Tasavvuf ve Felsefe - Ebu’l-Alâ Afîfî

 Mehmet Serhat Yılmaz -   25 Ekim 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Beşeriyetin, "hakikati bulma" arzusunu tatminde istifâde etmeye çalıştığı iki önemli metod, rûhî hayatın gizemine ve içerdiği sırlara ulaşmada öncülüğü elde etmek için sürekli mücadele halinde olmuşlardır. Bunlar felsefî ve tasavvufî metodlardır.

Rûhun en yüksek hedefe yükselişinin bir portresini vermeyi ve hakikat öncülerinin gerçeğe ulaşmak için takip ettikleri metodları açıklamayı amaçladığımız için, felsefe ve tasavvufun temelde farklılaştıkları noktaları, amaçlarını gerçekleştirmek için başvurdukları vesîleleri ve bu gayeleri gerçekleştirmek için dayandıkları psikolojik araçların neler olduğunu ortaya koymamız bir zorunluluktur. Sonra da bu alet ve metodların yardımı ile elde edilen netîcelerin, başlangıçtaki hedeflere yakınlık ve uzaklıklarını değerlendirmemiz gerekmektedir. Ancak bu meselelerin geniş analizleri müstakil bir kitap gerektirir. Bundan dolayı, bizim buradaki tavrımız genel olacak ve hakikat âlemine terakkîde rûhun takip etmesi gereken gerçek metodun, felsefî değil, tasavvufî metod olması gerektiğini anlatmaya kâfî husûsları tespitle meseleyi sınırlandıracağız.

Tasavvuf, özü itibarı ile "hâl” başka bir ifâdeyle yalnızca sûfînin müşâhede ettiği rûhî bir tecrübedir. Bu "hâl”in, insanın karşılaştığı diğer hâllerden ayırt etmeye yetecek kadar özellik ve husûsiyetleri vardır. Yalnızca hâl kavramı bile tasavvufun "hakikatin bütünü veya cüz'üne dair, tutarlı genel bir nazarî kanâate ulaşmak için varlık hakkındaki aklî yaklaşımdan ibaret çaba" şeklinde tanımladığımız salt felsefeyle aynı olmadığı görüşünü mümkün kılmaktadır.

Sûfî, rûhî tecrübesini varlığın tabiatı hakkında metafizik bir nazariye için esas alarak felsefe yapamaz. Çünkü metafizik nazariye, hakkında doğru veya yanlış hükmü verilebilen; sahibinden iddiasının doğruluğu ve tutarlılığına dair delil istenen bir iddiadır. Böyle bir iddianın esası, yalnızca bir ferdin müşâhede edebildiği şahsî tecrübe olmamalıdır. Çünkü, böyle tecrübeler hakkında doğru veya yanlış hükmü verilemediği gibi, sahibinden herhangi bir delil de talep edilemez. Üstelik, insanlar bu tecrübe karşısında, onu tasdik etmek ya da reddetmekten başka bir şey yapamazlar.

Fakat kadîmlerden Eflatun, Plotinus; modernlerden Spinoza gibi bazı felsefeciler aynı zamanda sûfî oldukları gibi, İbnü'l-Arabî, Sühreverdî ve İbn Sebîn gibi bazı mutasavvıflar da aynı zamanda felsefecidirler. Bu durumu, bazı araştırmacıların yapmış olduğu gibi, felsefe yapan sûfîlerde ve sûfîleşen filozoflarda Eflatunî, yani felsefî-şiirsel bir mizâcın bulunması ve bu mizacın, din ile ilişkiye girmesinin bir sonucu şeklinde mi izah edeceğiz? Yoksa, bu Eflatunî mizâcı, sahip oldukları tasavvufî-aklî iki eğilimin bir sentezi olarak mı göreceğiz?

Birinci durumda, bu insanların tasavvufları dinî-amelî bir felsefenin neticesi olur ki, bu mizâc, Eflatunî diye isimlendirilmektedir. İkinci durumda ise mutasavvıfın felsefesi, kendisine keşf olunan hakikatleri ve elde ettiği sûfî tecrübeyi aklen yorumladığı bir çabadan ibaret olur. Buna göre tasavvufî tecrübe, kendisini tefsire girişen aklın önündedir. Biz, sûfîlerin biyografilerinden çıkan netîcelerin de teyid ettiği ikinci görüşü tercih ediyoruz. Plotinus, önce, aklî bir felsefe ortaya koydu, mistisizme meyledip, bu felsefenin sınırlarını aşınca mistisizmi felsefesine değil, felsefesi mistisizmine boyun eğdi. Yani mistik tecrübesiyle, felsefesini teyîde çalışırken, felsefesi ile de hâl olarak müşâhede ettiği tecrübesini izaha çalışmıştır. İbnü'l-Arabî de böyle yapmıştır. Gazâlî, ilmin tek başına âlimi sûfî yapamayacağı, tasavvuf bilgileri de dahil elde edilen bütün bilgilerin, sûfî hallerin tahsili ve bilgilerini elde etmede hiçbir işe yaramadığı; sûfîlerin zevkini tadabilmek için, onların metodlarına başvurulması gerektiği görüşündedir. Tasavvuf kitaplarını okuyup düşüncelerine vakıf olmuş bir insan olarak bu konuda şöyle demektedir:

"Mutasavvıfların en önemli özelliğinin tecrübelerine ilimle değil, sadece zevk, hâl ve beşerî özelliklerin değiştirilmesiyle ulaşılabilmek olduğunu gördüm. İnsanın sıhhat ve tokluğu bilmesiyle sıhhatli ve tok; sarhoşluğu bilmesiyle sarhoş olması arasında ne kadar da fark vardır! Zühdü ve gereklerini bilmek ile, nefsânî ve dünyevî şeylerden yüz çevirmek arasındaki fark da böyledir. Sûfîlerin, ehl-i kâl değil, ehl-i hâl olduklarını kesin olarak öğrendim. İlim yoluyla ulaşılması mümkün hiçbir şey bırakmadıkları gibi, sadece zevk ve sülûk ile ulaşılacak bilgiler elde etmişlerdir.”

Gazâlî’nin bu açık tanıklığı, tasavvufun özü itibarı ile rûhî bir tecrübeden ibaret, salt ilim ve felsefeden bütünü ile farklı bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Onlar ile elde edilemeyeceği gibi, onlara da dayandırılamaz. Tasavvuf, dinî meseleler üzerinde kafa yoran felsefî bir mizâcın ürünü de değildir. Yani, kendi tabirlerince "Eflatunî mizâca sahip pratik aklın bir ürünü” değildir. Bilakis tasavvuf, amel, nefis ile mücâhede, başka bir ifâdeyle sûfî bir metodun belirlediği sülûkun semeresidir. Eğer sûfînin bir felsefesi var ise bu, müşâhede ve tecrübelerini teyîd etmekten öteye bağımsızlığı olmayan bir şeydir. İşte "Vücûd-ı Mutlak" veya "Vücûd-ı Hak”kı bilmenin iki yöntemi olan felsefe ve tasavvufun mâhiyetleri arasındaki temel fark budur. İkisi de birbirinden farklı iki âlemdir. Tasavvuf, beşerî irâdeyi, kendisine âşık olacağı ve onda fenâya ereceği aslî hedefine doğru yönlendiren bir tecrübenin adıdır. Daha önceden de söylediğimiz gibi, nefsin bu aslî hedefi bilmesi, vuslat ve zevkî bir tecrübe ile gerçekleşmektedir.

Sûfî, la-mütenâhî Mutlak'ı, kalbine tecellî ettiği oranda bilebilir. O'nu bilmesi, müşâhede etmesi veya onunla ittisali aynı şeydir. Başka bir ifâdeyle bunlar, aynı hakikatin muhtelif tâbirleridir. Kategorileri ile sınırlı aklın bir çabası olan felsefe ise, kendisini tahdid için bizzat ortaya koyduğu sınırların dışına çıkmaktan acizdir ve buradan kurtuluş imkânı bulamaz. Filozof, yalnızca mütenâhî olanı bilebilecek araçlar ile sonsuzu idrâk etmek ister, bu âlemin kategorilerini, mâhiyet itibâriyle bu kategorilere sığmayan bir başka âleme tatbik eder. Kant'ın da işaret ettiği gibi, felsefenin metafizik alandaki başarısızlığının sırrı budur.

İnsanın hakikati bilme arzusunu tatminde istifâde ettiği metodlar arasında tasavvuf, "Mutlak Hakikat"in varlığını kabul etmek ile kalmayıp bilinmesi ve ulaşılması mümkün bir "Mutlak Hakikat”ı kabul etmesi ile yegânedir. O, insanın bilme imkânlarının hissî veriler ve düşünme metodları ile sınırlı veya aklın kendisine verdiği bilgilerle mahdut olduğunu reddeder. Çünkü bu, insanın rûhî faaliyetine bir sınırlama olduğu gibi, rûhî hayat alanının da eksik tanımlanmasıdır. Dolayısıyla, tasavvufun sûfîlerin mantıklarındaki değil, hayatlarındaki mânâsına değinmemiz gerekmektedir. Onların hayatında tasavvuf, gönüllerini aydınlatan ilâhî meşâle, peşinde koştukları müşâhede ve zevken eriştikleri bir mârifetten ibârettir.

Sûfîlerin aklen idrâk ettikleri veya ifâde edebildikleri şeylerden bahsetmiyorum. Çünkü aklen idrâk ve ifâde edebilme aklın işlevlerindendir. Oysa biz, aklın üzerindeki bir şeyle karşı karşıyayız. Mutasavvıf, bizzat varlığın hakikatini, sadece sûfî hayatta kavrayabildiği gibi, ona ulaşabileceğini de bilir. Çünkü sûfî, hakikatin bir nebzesini ve kendisini ona cezbedecek bir benzerini kalbinde taşımaktadır. Fer', dâimâ, aslına müştâktır. Bu bağlamda filozof, aklın sınırları içerisinde çabalar ve onu elde edemezken, sûfî, akıl alanından irâde ve vicdân alanına, bir başka ifâde ile mutlak hürriyet alanına geçer. Birincisi, kısır bir döngü etrafında dönüp, münakaşa ve mücadele, itiraz ve tahminlerle uğraşır. Sonunda da ulaşsa ulaşsa ancak, hiçbir hayat nişânesi olmayan ruhsuz bir hakikate ulaşır ki, mahzâ formel olan bu hakikat ile bütünleşmesi mümkün değildir. Sûfî ise, büyük saadet duyacağı bereketli bir rûhî hayat yaşar. Bu saadete, hakikat hakkında elde ettiği bilgi ile değil, ona ulaşmak ve onunla bütünleşmek arzusundan dolayı varmıştır. Burada sûfî, her ne kadar yalnızca hâlini tadanların anlayabileceği remiz ve şaşırtıcı kinâyeleri kullansa da spesifik bir dille konuşur. Emîn ve mutmaîn bir tarzla şöyle der: "Sûfîlerin zevkini tat, sonra bak ne göreceksin! Muhakkak ki, ilimlerimiz bütünü ile zevk kaynaklıdır. Bize yalnızca sana yolu göstermek düşer, neticeleri idrâk etmen bizi ilgilendirmez. Biz, faaliyet adamıyız, sadece düşünen ve konuşan insanlar değiliz. Duyuya ve akla olan kör güvenini terk et, gafleti bırak. Bil ki, felsefe, sana ancak gerçeğin bir kısmını öğretir, fakat yönelme istidâdına sahip olduğun başka âlemler hakkında bir şey veremez."

Bu yazı İz Yayınları tarafından yayınlanan Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 17-21)

Diğer Alıntılar