“Melâmet Yolu ve Mutlak Kulluk

 Mehmet Serhat Yılmaz -   15 Ağustos 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

En yüksek noktasındaki fütüvvetin ismi ubûdiyetten, en kâmil mânâda gerçekleştirilmekte olan kulluktan daha başka bir şey değildir. Aslında kulluğa ulaşmak ya da kulluğu mükemmelleştirmek söz konusu edilemez, çünkü bütün mahlûkat zaten her hâlükârda ve en mutlak mânâda kuldur. Fetâyı diğer kullardan ayırt eden şey, onun Allah’a olan kevnî muhtaciyet ve fakrının daima farkında olması, kendisini bu fakrı örtüp unutturacak yanılsamalardan sıyırmasıdır. “Hiçbir şey efendisinden kulu kadar uzak olamaz. Kulluk asıl itibarıyla bir yakınlık hâli değildir. Ama kul, kulluğunun şuuru sayesinde Rabb’ine yaklaşabilir.” İbn Arabî bu meselede IX. asrın meşhur sûfîsi Bâyezid Bistâmî’nin bir kıssasını nakletmeyi sevmektedir: “Bâyezid Allah’a O ’na nasıl yaklaşabileceğini sorar ve ‘Bana ait olmayan iki şeyle, tevâzu ve fakr ile bana yaklaşabilirsin.’ cevabını alır.”

Kulluğunun bilinci içinde olan ve bütün müstakiliyet vehimlerinden arınan kişinin ulaştığı durumu niteleyecek “velâyet” kelimesinin lafzı da “yakınlık” mânâsındadır. Benlik putunu kıran kişi, muktedir olduğu her şeye ancak Allah’ın kudreti sayesinde muktedir olabildiğini görür ve İbn Arabi’nin sık sık zikrettiği bir hadîs-i kudsînin mânâsını kavrar:

“Kulum bana farz amellerden daha sevgili bir şeyle yaklaşmaz. Ve Ben onu sevinceye kadar Bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder. Onu sevdiğimdeyse onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”

Tahakkukun bu derecesi ne kadar yüksek olursa olsun yine de belli bir kusur taşımakta ve bir hür irâde vehminden arta kalanları sürdürmektedir, zira nafile ameller işleyen kul kendi ihtiyar ve tercihiyle hareket ettiğini düşünür. Halbuki abd-i mahz için ortada hiçbir ihtiyar kalmamıştır. İsminin farz ya da nâfile olması fark etmeksizin, sadece o anda Allah’ın onun için takdir etmiş olduğu amelleri yerine getirir. XIV. asrın büyük sûfîlerinden İbn Atâullah’ın harikulade bir eserinin başlığıyla ifade edecek olursak, “ıskatu’t-tedbir” onun daimî hâlidir. Halbuki insanın Allah’a yeryüzünde bir “halîfe” olabilmesi, görünüşte paradoksal olarak ancak bu müstakiliyet ve kudret vehminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Ve Allah artık bu makama varan kişinin kulağı, gözü, vs. olmayacaktır, diye açıklar İbn Arabî. Fakat bizzat o kişi Allah’ın kulağı ve gözüdür. “O sadece Allah’ın dilemiş olduğunu diler, ama bunun Allah’ın dileği olduğunu bilmez, çünkü eğer bilmiş olsaydı bu makama gereğince ulaşmış olmazdı.”

O artık Allah’ın isimlerinin müşâhedesinde fenâ bulmuştur ve ne olduğunu bile bilmemektedir: “Kul bütün sıfatlarından soyunduğunda, artık geriye sıfatsız ve isimsiz zâtından başka bir şey kalmayacaktır. Ve böylece mukarrebler arasına dahil olmuştur. Onda ve onunla tecelli eden ancak Allah’tır.” Kendisine nasıl sabahladığı sorulan Bâyezid Bistâmî de ne sabahı ne akşamı olduğunu söylememiş miydi?

Öyleyse İbn Arabi’nin fütüvveti, kendisine göre “en yüksek mânevi derece” olan melâmetle özdeşleştirmesi şaşırtıcı değildir. Nitekim Fütûhât’ın melâmîlere ayrılmış olan bâbında zikrettiği vasıflar, akla derhal bizzat kendi şeyh ve üstatlarının vasıflarını getirmektedir: “Onların diğer müminler arasında fark edilmelerine sebep olacak hiçbir şeye sahip değillerdi. Sadece Allah’la meşguldürler ve asla mâsivâya nazar etmezler. Onlar mutlak mânâda kuldurlar. İster yer olsunlar ister içer     ister uyur olsunlar ister uyanık, daima Allah’ı müşâhede ederler. Sanki diğer insanlar gibi dünyanın şeylerine bağlı gözükürler, çünkü her bir şeyde - o şey hangi ismi taşıyor olursa olsun- sadece aynı müsemmâyı görmektedirler. Bâtında ve zâhirde Allah’ın onlara vermiş olduğu “fakir” ismine göre hâllenmişlerdir. Allah’ın kendini mahlûkattan gizlemiş olduğunu görerek, onlar da kendilerini halktan gizlemiştir.”

Zâhitlerin zühdü bir çabayla edinilmektedir, dolayısıyla da zühd gayreti dünyanın zâhidin gözünde hâlâ belli bir değeri olduğuna delâlet eder. Melâmîlerse, kerâmetleri pek fazla âşikâr olan bazı sûfîlerin aksine ne zühd ne de bir başka sıfatla diğer insanlardan ayırt edilemez. Onlar isimsiz olarak yaşamakta ve sadece zaten her insanın sıfatı olan “kul” sıfatından başka sıfat edinmemektedir.

Bu yazı Nefes Yayıncılık tarafından yayınlanan İbn Arabî: Dönüşü Olmayan Yolculuk başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss.43-45)

 

 

Diğer Alıntılar