19.yy’ın Meşhur Meçhullerinden Ekberî Bir Nakşibendî: Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ve Nûru’l-Mazhar İsimli Eseri

 İrfana Vukuf -   Alirıza Farımaz -   04 Ocak 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

 

Tasavvuf tarihsel süreçte bir İslâmî ilim dalı olarak; büyük oranda nassın ve dini ilkelerin Müslüman bireyin hayatında nasıl uygulanacağı ve nasıl ahlaklı bir hayat yaşanacağı gibi daha çok amelî hususlarla ilgilenirken İmam Gazzâlî (v. 1111) tarafından başlatılan ve İbnü’l-Arabî (v. 1240) ile kemale eren süreçte metafizik hakikatler hakkında tasavvur ortaya koyan bir ilm-i ilâhî hâline geldi. Bu durum sonraki dönemde metafizik konularda kalem oynatacak herkesin İbnü’l-Arabî’nin varlık nazariyesini göz önünde bulundurmasına yol açtı ve tasavvuf İslam Düşüncesinin ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Sonraları vahdet-i vücûd ismiyle kavramlaştırılan bu anlayış İbnü’l-Arabî’nin yaşadığı dönemden itibaren pek çok takipçi kazandı. Bu takipçilerin oluşturduğu geleneğe de Ekberiyye adı verildi. Bugün dahi Doğuda ve Batıda birçok takipçiye sahip bu gelenek İslam düşünce geleneğinde hususi bir yere sahiptir.

Ekberiyye önemli anlamda sûfîler arasında yayılmış bir gelenek olarak tarihin her döneminden birçok ismin ilgisine mazhar oldu. Sülûk ettikleri ve yetkinleştikleri tarikatlar yanında Ekberî irfan anlayışından da Füsûs şerhleri yoluyla veya manevî vesilelerle istifade edip irfanını artırmış çok sayıda sûfî tasavvuf tarihinde yer almaktadır. Nakşibendiyye tarikatının Hâlidiyye koluna mensup Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (v. 1858) de bu isimlerden biri olarak eserlerinde kendini Ekberiyye geleneğine nisbet etti. Daha çok Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî’nin (v. 1893) şeyhi olarak tanınan Ervâdî, İbnü’l-Arabî anlayışı çerçevesinde çok sayıda eser ve risale kaleme almış olmakla birlikte bunlar arasında Nûru’l-Mazhar fî Tarîkati Seyyidî eş-Şeyhi’l-Ekber isimli risalesi içeriği ve özgünlüğü ile ayrı bir yerde durmaktadır. Bu risalede Ervâdî, Ekberiyye’yi Üveysî meşrebe ve tavra sahip bir tarikat şeklinde tanıtarak Ekberiyye geleneğinde farklı bir yorum ortaya koymaktadır. Ekberiyye’nin mahiyeti hakkında birçok görüş ve teori yer almakla birlikte bu görüşü bu kadar net bir şekilde savunan bir eser ve isim dikkat çekicidir.

Şeyhü’l-Ekber İbnü’l-Arabî ve Ekberilik

Ekberîliğe ismini veren Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’yi, sair sûfîlerden ayıran ve öne çıkartan en önemli husus eserlerinde de üzerinde durduğu varlık görüşüdür. Bu varlık görüşünü filozofların ortaya koyduğu sistemler ve düşüncelerden büyük ölçüde ayıransa, hakikate ulaşmada izlediği yöntemdir. Filozoflar bunun salt akıl yürütme anlamına gelecek nazari yöntemle olacağını söylerken İbnü’l-Arabî bu ilahi hakikatlere ancak seyrü sülük ve neticesindeki keşf ve müşahede vesilesiyle ulaşılabileceğini söyler. Bu yöntemin esaslarını ve ayrıntılarını hacimli eseri el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de açıklayan İbnü’l-Arabî böylece hakikate giden yol için bir sistem inşa etmiş olmaktadır.[1Description: C:\Users\Baki\Desktop\Vukûf\Vukuf Fotoğraf\WhatsApp Image 2021-01-05 at 01.10.20.jpeg

 

İnşa ettiği anlayış kendine özgü ve otantik yapısıyla alanda çalışanların ilgisini çekmekle beraber vahdet-i vücûd, merâtib-i vücûd, müşahede, a’yân-ı sâbite, esmâ ve sıfât anlayışı, gibi birçok kavram etrafında takipçileri tarafından şerh edilmiştir. Bu düşünceyi geniş çaplı incelemek bu çalışmanın maksadı olmadığından bu düşünce üzerine yapılmış çalışmalara göz atılabilir. Bahsetmiş olduğumuz bu anlayış, pek çok muarız ve muhalif bulmakla birlikte bu yolu sahiplenip ilkelerine uygun bir şekilde yaşamaya çalışan birçok kişi de olmuştur. Vefatından sonra Sadreddin Konevî (v. 1274) ve Tilimsânî (v. 1291) gibi isimlerce bu görüşler öğretilmiş, devam eden süreçte Fahreddin Irâkî (v. 1289), Saidüddin Fergânî (v. 1300), Abdürrezzak Kâşânî (v. 1335) ve Davud-i Kayserî (v. 1350) ve sair sûfî şahsiyetlerin çabalarıyla sistematize edilmeye çalışılmıştır. Zikredilen şahıslar Konevî’nin başlattığı şerh geleneğini devam ettirmiş ve İbnü’l-Arabî’nin varlık anlayışı üzerine eserler vermişlerdir. Bu nesildeki ulemanın İşrâkî ve Meşşâî düşünceye vukufiyetleri bu görüşlerin gelişip yayılmasına da vesile olmuş ve özellikle İran ve Anadolu coğrafyasında bu mektebe birçok takipçi kazandırmıştır. Kutbüddin Şirâzî (v. 1311) ve Molla Sadrâ (v. 1641) bu mektebi İran’da temsil ederken Osmanlı coğrafyasında özellikle sûfîler arasında Cîlî (v. 1428), Câmî (v. 1492), Niyâzî Mısrî (v. 1694), Abdullah Bosnevî (v.1644), Bursevî (v.1725) gibi meşhur müntesipler bulmuştur.

İşte bu mektebe İbnü’l-Arabî’nin tasavvufi derinliğine ve konumuna hürmeten kullanılan Şeyh-i Ekber unvanından hareketle Ekberiyye mektebi denilmiştir. Ekberiyye’nin mektep olarak anılmasına sebep olarak da belirli bir gruptan kişilerin oluşturduğu bir anlayış değil mezhepler ve tarikatlar üstü bir temsiliyet sahibi oluşu gösterilebilir. Şeyh-i Ekber birçok sûfîden istifade etmiş ve sohbetlerinde bulunmuş olsa da belirli bir tarikattan seyrü sülûk tamamlamış olmadığı bilinmektedir. Bu açıdan bu mektebi herhangi bir tarikatla ilişkilendirmek güç görünmektedir. Birçok veliden manevi olarak istifade ettiğini ve feyz aldığını söylemesi onun Üveysî bir yönü olduğu izlenimini doğurmaktadır. Eserlerinde birkaç defa Hz. Hızır’dan hırka giydiğini belirtmektedir. Kendisinden sonra anlayışını Sadreddin Konevî’nin sahiplenip adeta onun halifesi gibi hareket etmesi de bu anlamda dikkat çekicidir.

Sohbetleri sırasında eserlerinde kapalı ve anlaması zor yerler olduğunda zikre devamı ve manevi işaretleri beklemek yönünde tavsiyelerde bulunması tevarüs edilenin yalnızca bir ilim ve düşünce geleneği olmadığı yönünde yorum yapmaya imkan tanımaktadır. Birçok sûfînin de “Hırka-i Hâtimiyye” giydikleri iddiasında bulunduğu bilinmektedir ki bunlar arasında Suyûtî (v. 1505), Şarânî (v. 1565) ve Gümüşhanevî de yer alır. Ekberiyye’nin bir tarikat olması hakkında Kâdiriyye’nin bir kolu olduğu, Nablûsî (v. 1731) tarafından kurulduğu ve Üveysî bir mahiyeti olduğu şeklinde Ervâdî’ye ait görüşler vardır. Tarikat olmayıp, tarikatlar üstü bir irfanî yol olduğu anlayışında olanlarsa İbnü’l-Arabî’nin vücuda dair görüşlerini kabul edip benimseyenlerin bu mektebin mensubu olduğunu söylerler. Bunlar arasında tarikatlar üstü bir anlayış olması daha makul ve kabul edilebilir gözükse de birçok sûfînin hırka giydiklerine dair söylemi ve bu durumun neredeyse her çağdan isimlerle desteklenebilir olması bir tarikat olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Ervâdî’nin Nûru’l-Mazhar’ında da buna uygun bir tavır ve yaklaşım görülmektedir. Bununla birlikte daha doğru olan yaklaşımın silsile yoluyla, Üveysî bir neş’eyle, bir tarikat mahiyetiyle yahut şerh geleneği üzerinden kendini Ekberî addeden herkesin bu kategoride değerlendirilmesi olacaktır. Aksi takdirde bir anlayış çevresinde asırlarca birleşmiş insanları zorla belirli bir kategori yahut tasnife sokmanın sair vecihleri göz ardı etmeye ve bu zenginliğin yitirilmesine yol açacağı aşikardır.

 

 Yazının Tamamı için Tıklayınız
Diğer Yazılar