Hâce Abdullah Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn İsimli Eseri ve Şerhleri

 İlme Vukuf -   Fatih Yıldız -   16 Ocak 2022

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

 

 

            Hayatı

           Tam ismi Ebû İsmail Abdullah b. Muhammed b. Ali el-Ensarî el-Herevî’dir. 2 Şaban 396/4 Mayıs 1006’da Herat’ın eski kalesi Kûhendiz’de doğdu ve burada yaşadı. “Pir-i Herat, pir-i Tarikat, şeyhü’l-İslâm, şeyhü’l-Horasan, şeyhü’ş-şüyûh, nâsıru’s-sünne, zeynü’l-ulemâ” gibi ünvanlarla anılır. Soyu sahabeden Ebû Eyyüb el-Ensarî’nin oğlu Mett’e ulaşır. Mett 31 (652) yılında Ahnef b. Kays kumandasında Horasan’a yapılan bir sefere katılmış ve Herat’a yerleşmişti. Herevî’nin babası Ebû Mansur Muhammed b. Ali, Herat’ta doğmuş ve dindar bir çevrede yetişmişti. Esnaflık yapmakla birlikte âlimlerin sohbet meclislerine katılır, vaazlarını dinlerdi. Cüneyd-i Bağdadi’nin tasavvuf anlayışına mensup Şerif Hamza Aklî’nin sohbetlerine katılmıştı ve hayatının son dönemini inziva halinde mürşidinin yanında Belh şehrinde geçirdi.

            Herevî ilk öğrenimine Mâlînî Medresesi’nde başladı. Dokuz yaşına girdiğinde Kadı Ebû Mansur el-Ezdî, Ebu’l-Fazl el-Cârudî gibi âlimlerin derslerini takip ederek hadis yazmaya başlamıştı. 300 âlimden hadis tahsil ettiğini, ancak hadis ilminde üstadının Cârudî olduğunu belirtir. On dört yaşına geldiğinde vaaz verecek kadar bilgi sahibi olan Herevî okumaya düşkünlüğünü anlatırken gece gündüz ders çalıştığını, yemek yemeye bile vakti olmadığı için kendisini annesinin yedirip içirdiğini söyler. Medreseye devam ederken 70 bin beyit Arapça şiir ezberlediği yolundaki rivayetler güçlü bir hafızası olduğuna işaret etmektedir. 300 bin hadisi senetleriyle birlikte ezberlediği bizzat kendinden rivayet edilirse de Zehebi’nin kaydettiği ve 12 bin hadis ezberlediğine dair yine kendisinden nakledilen rivayet daha inandırıcı görünmektedir.

            417/1026 yılında fıkıh ve hadis dersleri almak, şeyhlerle görüşüp sohbetlerine katılmak için Nişabur’a gitti. Burada tefsir derslerine devam etti ve tanınmış ulemanın bir çoğunun meclislerinde bulundu. Ancak Abdülkerim el-Kuşeyrî’de dahil olmak üzere Eş’arî ulemanın ders halkalarına katılmamaya ve onlarla görüşmemeye ihtimam gösterdi. Aynı yıl Herat’a dönen Herevî, Şeyh Amû’nun tekkesine devam etmeye başladı.

            Şeyh Amû, çeşitli merkezleri dolaşarak başta Cüneyd-i Bağdadî’nin halifeleri olmak üzere pek çok kişiyle görüşmüş ünlü bir sûfî idi. Herevî’ye bir baba gibi davranmış, ona gezdiği yerlerde görüştüğü şeyhlere ve menkıbelerine dair geniş açıklamalarda bulunmuştur. Herevî Tabakat’ında sık sık Şeyh Amû’dan söz eder. Camî’nin bildirdiğine göre tasavvufun adab ve erkanını da ondan öğrenmiştir.

            Herevî daha sonra vasiyeti üzerine yerine geçip ders vereceği Sicistanlı Yahya b. Ammar eş-Şeybani’den hadis ve tefsir dersleri aldı. Yine Abdülcebbar b. Muhammed el-Cerrahî’den Tirmizi’nin Sahih’ini okumuş, Ebû Abdullah et-Tâki es-Sicistânî’den Hanbeli fıkhını öğrenmiştir. Ahmed b. Hanbel’in itikadi görüşlerinin ateşli bir savunucusu olmasında bu şahsın büyük bir etkisi vardır.

            423/1032’de hac yolculuğuna çıkan Herevî Bağdat’a gitti. Bağdat ulemasıyla görüştü. Yol güvenliği bulunmadığından Horasanlı hacılarla geri döndü. Ertesi yıl tekrar hac için yola çıktığında İbn-i Bakuye Tekkesi’nde meşhur sûfi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr ile görüştü. Ebu’l Abbas el-Kassab el-Âmulî’yi ziyaret etti. Bu yolculuk esnasındaki en önemli hadise “tasavvuf yolunda mürşidim” dediği Ebu’l-Hasen el-Harakânî ile karşılaşması oldu. Herevî yine yol güvenliği bulunmaması sebebiyle Rey’den geri dönmek zorunda kaldı. Rey’de hadis hafızı ve Ehl-i sünnet’in önde gelen âlimi Ebu Hatim b. Hâmuş ile görüştü. İbrahim el-Havvas’ın Rey’deki türbesini ziyaret ettikten sonra Herat’a döndü.

            425/1033 yılında İsmail Çişti ile Nübâzân’a gitti. Burada kaldığı kırk gün içinde bir çok âlimin katıldığı toplantılarda Harakânî’den öğrendiği tasavvuf anlayışını açıklayarak bu âlimleri derinden etkiledi. Sema meclislerinde sema yaptı.

            Herat’taki derslerinde şer’i ilimlere ağırlık vermeye ve özellikle hadis okutmaya başladı. 430’da babası Belh’te vefat etti, aynı yıl Mutezile ve Eş’arî âlimleri tarafından Mücessime’den olmak ve şeriatın sınırlarını aşmakla suçlanarak Gazneli Sultan Mesud’a şikayet edildi. Fakat Herevî tutumunun doğruluğu konusunda hükümdarı ikna ederek onun döneminde rahat bir hayat yaşadı. Herat’ta Gazneliler’in hakimiyeti sona erip Selçuklu döneminin başlaması üzerine, bazı kelam ve fıkıh âlimleri sohbet meclislerini engelleyince Şekîvan’a gitmek zorunda kalan Herevî, bir süre sonra geri dönerek daha önce başladığı Kur’an tefsiri çalışmasına devam etti. Kur’an’ı tefsir ederken bid’atçı saydığı mezhepleri, özellikle Mutezile’yi ve Eş’ariler’i eleştirdi; müteşabih ayetleri te’vil edenlere şiddetle çattı. Eleştirdiği ulemanın şikayeti üzerine 438/1046 yılında tutuklanarak Herat yakınlarında bulunan Bûşenc’de hapsedildi. Ertesi yıl hapisten çıktıktan sonra Herat’a geri döndü ve Kur’an’ı yeniden tefsir etmeye girişti. Bu sırada her türlü maddi ihtiyacını karşılayan Şeyh Amû ölünce geçim sıkıntısı çekmeye başladı.

            Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in veziri Ebû Nasr’ın Mu’tezili olması ve Eş’ari âlimlerin baskı altında tutulması Herevî’yi psikolojik olarak rahatlattı. Herat kadısının desteğini de aldı. Tuğrul Bey’in ölümünden sonra Ebu Nasr’ın yerine Nizamülmülk’ün vezir olması ve Eş’ari âlimlere uygulanan baskıya son vermesi üzerine Herevî, tekrar sıkıntılı günler yaşamaya başladı. Bir süre sonra muhaliflerin şikayeti sebebiyle Belh’e sürüldü. Aynı yılın sonunda sürgün hayatı bitince tekrar Herat’a döndü. Nizamülmülk’le birlikte Herat’a gelen Sultan Alparslan’a Herevî hakkında yine şikayetlerin ulaşması sebebiyle huzurda yapılan tartışmada haklılığını ispatladı. Halife Kaim Bi-emrillah, Nizamülmülk vasıtasıyla kıymetli hediyeler göndererek Herevî’yi ödüllendirdi. Bundan sonra şöhreti daha da artan Herevî, refah içinde yaşadı; Herat’ta vaaz etmeye, tefsir dersleri vermeye ve eser yazmaya devam etti.

            473/1080 yılında görme duyusunu kısmen kaybetmesine rağmen talebelerinin yardımıyla ilmi faaliyetlerini aksatmadan sürdürdü. Hatta bundan sonraki yıllarda daha verimli oldu. Öğrencilerinin isteği üzerine Sad Meydan adlı eserini genişleterek 475/1082’de Menâzilü’s-Sâirîn’i ardından da Zemmü’l-Kelâm adlı eserini telif etti. 476/183’te halife Kaim Bi-emrillah Herevî’ye “şeyhülislam” ve “şeyhüşşüyuh” ünvanlarını tevcih etti. Herevî Tabakâtü’s-Sûfiyye adlı eserinde gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra 478/10859’te esmâ-yı hüsnâyı şerh etmeye başladı. Aynı yıl bir kelam âlimiyle yaptığı tartışmada onu şiddetli bir şekilde eleştirmesi, ardından da müritlerinin bu âlimi dövüp evini yakmaları sebebiyle tutuklanarak Herat’tan çıkarıldı. Daha sonra gittiği Bûşenc’ten de sürüldü. Âmul’e gittiğinde Belh’e gönderilmesi için Nizamülmülk’ten talimat geldi. Bir süre sonra Herat yakınlarındaki Merverûz’a gitmesine izin verildi. 480/1087’de Herat’a gitmesine müsaade edilince yarım bıraktığı tefsirini hızla tamamlamaya çalıştı. Ancak Sad Suresi’nin 67. (De ki: “Verdiğim haber pek büyük bir haberdir.”) ayetine kadar gelebildi.

            22 Zilhicce 481/8 Mart 1089 tarihinde vefat etti. Herat’a 5 km. uzaklıkta bulunan Gazürgah’ta defnedilen Herevî’nin türbesi Selçuklular zamanında inşaa edimiş, daha sonra Gurlular devrinde yanına medrese yapılmıştır. Bugünkü muhteşem türbeyi 829/1426 yılında Sultan Şahruh inşaa ettirmiştir.

 

Tasavvufi Kişiliği      

            Daha çok tasavvufi hüviyetiyle tanınan Herevî, sûfîliğe ilgi duyan bir ailede yetişmiştir. Babası Ebu Mansur, sûfîlerle ilişkisi bulunan dindar ve zahid bir kişiydi, hayatının son yıllarını inzivada geçirmişti. Herevî’de küçük yaşlarda sûfîlerle tanıştı ve onların yaşama tarzını benimsedi. Gezdiği yerlerde zamanın ünlü şeyhleriyle görüştü. Özellikle Ebu Said Ebu’l-Hayr ile Ebu’l-Hasen el-Harakânî gibi cezbeli ve coşkulu sûfîlerin etkisinde kaldı. Kendisi de onlar gibi şiir söyledi sema yaptı. Çağdaş müelliflerden Abdülkadir Mahmud, selef türü tasavvufun Herevî ile zirveye ulaştığını söyler.

Herevî’nin Selefî ve Hanbelî olduğu doğru olmakla beraber onu selef tarzı bir tasavvufun temsilcisi saymak yanlıştır. Herevî’nin Hanbelî ve Selefî olması kelam ilmine, kelamcılara ve tevile karşı çıkmasıyla ilgilidir. Bâyezîd-i Bistâmî, Hakîm et-Tirmizî, Zünûn el-Mısrî, Ebu’l-Hasen el-Harakânî gibi fenaya büyük önem veren cezbeli sûfîlerin görüşlerini benimseyen Herevî, Tabakâtü’s-Sûfiyye’de Hallac’da dahil olmak üzere bütün sûfîlerden saygılı ifadelerle söz eder. Zehebî onun Menâzilü’s-Sâirîn’de “Allah’tan başkasını görmeme” anlamında mahv ve fena haline işaret ettiğini söyler ve “Bu eseri yazmasaydı daha iyi olurdu” dedikten sonra sahabe ve tabiinin bu tür tehlikeli görüşlere, vesveselere dalmadıklarını hatırlatır. Herevî’ye tasavvuf tarihi kaynaklarında Hereviyye veya Ensâriyye adıyla bir tarikat nispet edilmekteyse de böyle bir tarikat hiçbir zaman teşekkül etmemiştir.

   

Eserleri

1. Tabakâtü’s-Sûfiyye:

            Herevî, Sülemî’nin aynı adı taşıyan Arapça eserini sohbet meclislerinde bazı ilave ve kısaltmalarla Farsça’ya tercüme etmiş, eser bu tercümenin müritleri tarafından not edilmesiyle meydana gelmiştir. Sülemî’den sonra yaşayan ünlü sûfîleri; özellikle kendi şeyhlerini ve görüştüğü sûfîleri de eserine alan Herevî, ayrıca çeşitli konularla ilgili görüşlerini de zikretmiştir. Abdülhay Habîbî (Tahran 1362) ve Muhammed Server Mevlâî (Tahran 1362) tarafından yayımlanmıştır.

            2. Sad Meydân:

            100 tasavvufî makamdan oluşan eserin her makamı ayrıca üç dereceye ayrılmış, bunlara işaret eden ayet ve hadislere kısaca temas edilmiştir. Eser Menâzilü’s-Sâirîn’in telifine temel oluşturmuştur. İlk olarak Serge Laugier tarafından bir incelemeyle birlikte yayımlanmış (Kahire 1954), daha sonra Abdülhay Habîbî tarafından neşredilmiştir. (Kabil 1962). Eser İngilizce ve Fransızca’ya da tercüme edilmiştir.

            3. İlelü’l-Makâmât:

            Menâzilü’s-Sâirîn’de geçen bir meseleyi açıklamak üzere kaleme alınan eserde Herevî tevekkül, sabır, hüzün, havf, reca, şükür, muhabbet gibi bazı tasavvufî makamları halk ve havas seviyesinde iki aşamalı olarak ele almış, bu ikisi arasındaki  farkları belirtmiştir. Eser Beaurecueil tarafından Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır. (Damascus 1956).

4. Münâcât:

            Herevî’nin dua ve münacatları Keşfü’l-Esrâr ve Tabakâtü’s-Sûfiyye gibi eserlerden derlenerek çeşitli adlar altında yayımlanmıştır. Senâî, Attar, Mevlânâ ve Câmî gibi sûfîler bu münacatlardan etkilenmiştir. Münacatların ihtiva ettiği fikirlerle Harakânî ve Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın tasavvufî anlayışları arasında büyük benzerlik vardır. Hamid Rabbânî (Tahran 1361) ve Sebzali Alipenah (Tahran 1989) tarafından yayımlanmıştır. İngilizce tercümeleri mevcuttur.

5. Muhatasar fi Âdâbi’s-Sûfiyye:

            Sûfîlerin hırka giyme, yeme, içme, sema gibi konularda uymaları gereken kuralları anlatan eser Beaurecueil tarafından yayımlanmıştır. (1960)

            6. Kenzü’s-Sâlikîn:

            Akıl-aşk, gece-gündüz gibi karşıt kavramların birbirine üstünlükleri konusunda münazara tarzında yazılan eserin adı bazı yazma nüshalarında Zâdü’l-Ârifîn olarak kaydedilmiştir. Eserin mukaddimesiyle “akl u ışk”, “Münazara-i Şeb-i Rûz”, “Kaza vü Kader”, “Fazîlet-i Şeb” adlı bölümlerini Tahsin Yazıcı bir inceleme yazısıyla birlikte yayımlamıştır. Eserin bazı bölümleri ise Fasih Ahmed Dede ve Şair Nevres (Mebaliğu’l-Hikem, İstanbul,1302) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. 

7. Makâlât fi’l Mev’iza li-Nizâmi’l-Mülk:

            E. Berthels tarafından Tasavvuf ve Edebiyat-ı Tasavvuf (Tahran 1354) kitabı içinde yayımlanmıştır.

8. Risâle-i Mufassala ber-Fusûl-i Çihl ü Dû der Tasavvuf:

            Kırk iki bölümden oluşan eserde çeşitli tasavvufi meseleler açıklandıktan sonra her bir mesele için bir velinin hayatı örnek olarak anlatılmıştır. Risalenin bilinen tek nüshası Murat Molla Kütüphanesi’ndedir (n. 1760, v.1b-160b).

9. Rubâ’iyyât:

    Câmî, Herevî’nin  6 binden fazla Arapça şiiri olduğunu söyler. Ancak bu şiirlerin pek azı günümüze ulaşmıştır. Katip Çelebi onun üç Farsça divanı olduğunu söylemekteyse de hiç biri günümüze ulaşmamıştır. Herevî’nin çeşitli eserlerinde bulunan rubaileri Mahmud Müdebbirî tarafından derlenerek yayımlanmıştır. (Tahran 1361).

10. Resâil-i Hâce Abdullah Herevî:

      Herevî’nin Dil-ü Cân, Kenzü’s-Sâlikîn, Vâridât, Kalendernâme, Heft Hisar, Me’kulât, Muhabbetnâme ve İlâhînâme adlı risaleleri Sultan Hüseyin Tâbende Gunabâdî tarafından bu isimle yayımlanmıştır. (Tahran 1319/1940).

11. Zemmü’l-Kelâm ve Ehlih:

            Herevî’nin selef yolu ve sünneti yüceltmek, re’y ve kıyas yöntemleriyle kelam ilmini ve bid’atçılığı kötülemek için kaleme aldığı eser Semih Dugaym tarafından neşredilmiştir. (Beyrut 1994).

12. Kitâbü’l Erbaîn fi Delâili’t-Tevhîd:

             Herevî, Allah’a nisbet edilen isim, fiil ve sıfatlarla ilgili kırk hadisi senetleriyle birlikte kaydettiği bu eserinde daha önce aynı konularda görüş bildiren âlimlerin fikirlerini aktarmakla yetinmiş, kendisi bir yorum yapmamıştır. Eser Ali b. Muhammed el-Fukayhî tarafından yayımlanmıştır. (1404/1984)[1]

 

MENÂZİLÜ’S-SÂİRÎN İLÂ RABBİ’L-ÂLEMÎN

Genel Bilgiler

            Müellif bu eserinde tasavvufi makamları ele alır. Bir makamı ele alırken de bu ıstılahları mutlaka Kur’an’dan bir ayete dayandırır ve tanımlar. Arkasından makamın derecelerini sayar. Eser hacimli değildir, ancak tasavvufi makamları, halleri en özlü biçimde vermesi bakımından orijinal kabul edilir. Zaten “Alemlerin Rabbine yürüyenlerin makamları” anlamına gelen isminden de, tasavvufi ıstılahları ele aldığı anlaşılmaktadır. Herevî, eserin giriş kısmında, eseri bıktırıcı olmaması için kısa tutup yüz makamı on bölümde ele aldığını, bundan öncede makamları ele alan eserlerin yazıldığını, ancak kimisinin uzun uzun hikayeler anlattığını, kimisinin tafsilatlarını veremediğini belirterek, bunların ihtiyaca cevap vermediği için böyle bir eser yazmaya başladığını belirtir.

            Bölümleri

            Eser on bölümden oluşur ve tertibi şöyledir:

            Birinci Bölüm Bidâyât olup şu makamlar vardır: Yakaza, Tevbe, Muhasebe, İnabe, Tefekkür, Tezekkür, Îtisam, Firar, Riyazet, Sema.

            İkinci Bölüm Ebvâb’dır: Hüzün, Havf, İşfak, Huşu, İhbat, Zühd, Vera Tebettül, Reca, Rağbet.

            Üçüncü Bölüm, Muâmelât’tır: Riayet, Murakabe, Hürmet, İhlas, Tehzib, İstikamet, Tevekkül, Tefviz, Sika, Teslim.

            Dördüncü Bölüm Ahlak’tır: Sabr, Rıza, Şükür, Haya, Sıdk, Îsar, Hulk, Tevazu, Fütüvvet, İnbisat.

            Beşinci Bölüm Usûl’dür: Kasd, Azm, İrade, Edeb, Yakin, Üns, Zikir, Fakr, Gına, Makâmü’l-Murâd.

            Altıncı Bölüm Edviye’dir: İhsan, İlim, Hikmet, Basiret, Firaset, Tâzim, İlham, Sekinet, İtminan, Himmet.

            Yedinci Bölüm Ahvâl’dir: Mahabbet, Gayret, Şevk, Kalak, Ataş, Vecd, Dehş, Heyman, Berk, Zevk.

            Sekizinci Bölüm Velâyât’tır: Lahz, Vakt, Safâ, Sürûr, Sır, Nefs, Gurbet, Gark, Gaybet, Temekkün.

            Dokuzuncu Bölüm Hakâik’tir: Mükaşefe, Müşahede, Muâyene, Hayat, Kabz, Bast, Sekr, Sahv, İttisal, İnfisal.

            Onuncu Bölüm Nihâyât’tır: Marifet, Fena, Beka, Tahkik, Telbis, Vücud, Tecrid, Tefrid, Cem, Tevhid.

Şerhleri

            Eserin en geniş ve en yaygın şerhi İbni Kayyım el-Cevziyye tarafından Medâricü’s-Sâlikîn beyne Menâzili İyyâkena’büdü ve İyyâke Nestaîn adıyla yapılanıdır. Meşhur âlim İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım el-Cevziyye’nin bu eseri şerh için seçmesinde, aralarındaki mezhep birliğinin ve Herevî’nin selefî tasavvuf anlayışının ilk temsilcilerinden kabul edilmesinin de etkisi olabileceğini düşünüyoruz. Herevî’nin eseri, Afifüddin Tilimsânî tarafından Menâzilü’s-Sâirîn mine’l-Hakkı’l-Mübîn, Ali b. Muhammed el-Menûfî tarafından et-Temkîm fi Şerh-i Menâzili’s-Sâirîn adıyla şerh edilmiştir. Eserin diğer bir şerhi de Mısır’da Mahmud el-Fırkavî tarafından Şerhu Menâzili’s-Sâirîn adıyla yapılmıştır.[2]

1. Menâzilü’s-Sâirîn mine’l Hakkı’l-Mübîn:

            Eser Afifüddin Süleyman et-Tilimsânî (v. 690/1291)’ye aittir. Tilimsânî, İbnü’l-Arabî düşüncesinin ilk temsilcilerindendir. İbn-i Seb’in’in damadı olan Tilimsani, İbnü’l-Arabî ile bizzat görüşmüş, takdirini kazanmış, Evhadüddin Kirmânî’ye de talebelik yapmıştır. Daha sonraki dönemlerde Sadreddin Konevî ile dostluğunu devam ettiren Tilimsânî, Menâzilü’s-Sâirîn’e yaptığı bu şerhte “hazret-i şeyh” ibaresi ile kasdettiği İbnü’l-Arabî’den alıntılar yapmaktadır. Eser bu bakımdan Menâzilü’s-Sâirîn’in Ekberî neşveye uygun şerhi olma özelliği taşımaktadır.

    Şerh yapılırken orijinal metnin tertibine sadık kalınmıştır. Eserde Gazzâlî’nin el-Munkız mine’d Dalâl ve Nifferî’nin el-Mevâkıf adlı eserlerinden alıntılar mevcuttur. Tunus’ta Abdülhâfız Mensur tarafından iki cilt halinde neşredilmiştir. (Daru’t-Türkî li’n-Neşr 1989).

            2. Şerhu Menâzili’s-Sâirîn:

            Müellifi Abdürrezzak b. Kemaleddin el-Kaşânî (v. 730/1329)’dir. Kaşânî bu kitabını kaleme alırken Afifüddin et-Tilimsânî’nin aynı esere yazdığı şerhi örnek almakla birlikte yer yer kendine has görüşleri de kaydetmiştir. Ahmed Hoşnüvis eseri kısaltarak Farsça’ya çevirmiştir. (Telhis-i Menâzilü’s-Sâirîn, Tahran 1337)[3] 

3. Medâricü’s-Sâlikîn Beyne Menâzili İyyâke Na’büdü ve İyyâke Nestaîn:

            İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350) tarafından yapılan şerhtir. Şerhin en önemli özelliği selefî bir tasavvuf yaklaşımı izlemesidir. Aslında müellifin manevi hayat anlayışı tamamen zühd dönemine geri dönüş amaçlıdır. Bunu eserde oldukça iyi yansıtmıştır. Menâzilü’s-Sâirîn gibi bir eseri seçmesi, Herevî’nin Hanbelî ve Selefî tutuma sahip bir mutasavvıf olmasıdır.

            Eser Menâzilü’s-Sâirîn’in en geniş şerhidir. Makamlar ve mertebeler açıklanırken kelimelerin etimolojik özellikleri incelenmektedir. Ayetler ve hadislerle desteklenerek görüşler kuvvetlendirilmektedir. Mertebeler arasında yer yer irtibat kurulmaktadır. Akla gelebilecek sorular mes’ele başlığıyla ayrıca incelenmektedir.

            Müellif eseri şerh ederken içinde bulunduğu Selefî düşünce tarzını tamamen kitaba hakim kılmıştır. Bu cem ve tevhid gibi konularda kendini daha fazla belli etmektedir. Cem konusuna açıklık getirirken şöyle söylemektedir:

            “Cem ile murad olunan ise sadece matlup olanın murat olunması üzere irade ile talebin arasını cem etmektir. Cem ile şuhudun cemi murat olunmuştur.”[4]

            Tevhidle ilgili bölümde ise bu durum daha belirginleşmekte, Şeyhü’l-Ekber İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar ağır bir dille eleştirilmektedir:

            “Muvahhidler şöyle demektedir: ‘Rasuller, nebiler ve müminler gerçek tevhid alanında Allah’ı bir tek olarak bilip tanımaktadırlar.’ Mülhitler ise şöyle diyorlar: ‘Gerçekte ortada bir şey yoktur.’ Bunlara göre Allah tüm varlıklara sirayet etmekte olan mutlak vücuttur. Yani O kendisi hem muvahhid, birleyen; hem de muvahha birlenendir. Buna göre söylenen her şey bunlarca Hakk’ı tevhiddir. Nitekim bu grubun en bilgili kişisi İbni Arabi de şöyle demektedir: ‘İstediğin şekilde yürü Allah gerçekte oradadır ve dilediğini de söyle bu konuda gerçekte geniş olarak görünen (her şey) Allah’tır.’ Yine bu adam şöyle demektedir: ‘Yaratıklar Allah hakkında birtakım inançlar edinirler, işte ben tüm o ahitlerin tümüne inanıyorum.’”[5] 

            Eser bir heyet tarafından tercüme edilerek Türkçe’ye kazandırılmıştır. İbni Kayyım el-Cevziyye’nin bu eseri Abdülmün’im Salih el-Aliyy el-İzzî tarafından kısaltılarak Tehzîbu Medârici’s-Sâlikîn adıyla Birleşik Arap Emirlikleri’nde 1402’de basılmıştır.

4. Şerh-i Menâzil:

            Halvetî meşayıhından Nureddinzâde Mustafa Muslihiddin (v. 981/1574) tarafından yapılan Türkçe şerhtir.

5. Minhâcü’l-Fukarâ:

            Mesnevî şerhinden sonra İsmail-i Ankaravî (v. 1041/1631)’nin en önemli ve üzerinde en çok durulan, hatta muhtevası bakımından en çok rağbet gören eseri Minhâcü’l-Fukarâ isimli kitabıdır. Ankaravî, Minhacü’l-Fukarâ’nın önsözünde tasvirini yaptığı sû-i hâl karşısında müritlerini bu durumdan kurtarmak, onlara tarikat adab ve erkanını anlatmak için, aynı zamanda Mevlevî tarikatına karşı olanlara, Mevlevîlere “bid’atçi” diyenlere cevap olmak üzere bu kitabı yazmıştır.

            Minhâcü’l-Fukarâ üç ana bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde müellifimiz tarikat adabını on bab içinde açıklamaya çalışmıştır. Şöyle ki, birinci babda Mevlevi tarikatının mahiyeti anlatılmış, ikinci babda hilafet konusu işlenmiş, üçüncü babda şeyhlik mertebesi hakkında bilgi verilmiş, dördüncü babda talip için mürşidin gerekliliği üzerinde durulmuştur. Beşinci babda hırka giymek ve şeyhe teslim olmak konuları izah edilmiş, altıncı babta dervişler arasında cârî tarikat adabı, yedinci babda sefer ve seyehat konusu, sekizinci babda sefer adabı ve dergaha gelişin edepleri, onuncu babda ise, mukabele, devr-i veledî, edvar-ı selâse ve selâm-ı selase konularına yer verilmiştir.

            İkinci bölüm de on baba ayrılmak suretiyle şu mevzular işlenmiştir. Birinci babda tarikata giren müride şeriatten nelerin gerekli olduğu hususu açıklanmıştır. İkinci babda mânevi ve sûri temizlik konuları, üçüncü babda kelime-i tevhid, lafza-i Celal ve Hû isminin faziletleri anlatılmıştır. Dördüncü babda namaz konusu ele alınmış, beşinci babda zekat, altıncı babda oruç mevzuu işlenmiş, yemek yemenin adabı ve açlığın fazileti üzerinde durulmuştur. Yedinci babda hac konusu, sekizinci babda evlilik ve bekarlık mevzuu ele alınmıştır. Dokuzuncu babda kesb ve tevekkül, onuncu babda nefis ile cihat, mevt-i ihtiyârî şehid-i tîğ-ı aşk olanlar hakkında izahlarda bulunulmuştur.[6]

 

            Kitabın hacim olarak yarısını ihtiva eden üçüncü bölümü ise başlıklarda çok az değişiklikler yapılarak Abdullah el-Herevî’nin Menâzilü’s-Sâirîn’inin şerhi mahiyetindedir. Şöyle ki, sulük mertebelerini konu edinen bu bölümdeki on bab aynı sıraya uygun olarak, aynı başlıklarla tekrarlanmış, her babda anlatılan süluk dereceleri de çok az değişiklerle aynen ele alınmıştır. On babdan birincisinde sadece zikir ve sema dereceleri alınmamış bunların yerine halvet ve uzlet dereceleri konulmuştur. İkinci babda şefkat, tevazu ve rağbet dereceleri yerine takva, hürriyet, ibadet ve ubudiyet dereceleri alınmıştır. Üçüncü babda hürmet ve riayet dereceleri birleştirilmiş ve tasavvuf derecesi dahil edilmiştir. Dördüncü ve beşinci bablar aynen tekrar edilmiştir. Altıncı babda sadece tâzim derecesi yerine kurbet derecesi konulmuştur. Yedinci babda suluk mertebelerinden berk ve zevk dereceleri birleştirilmiş, aşk derecesi ilave edilmiştir. Sekizinci babda ise haz, nefs ve gark dereceleri yerine velayet, istiğrak ve telvin dereceleri alınmıştır. Dokuzuncu babda muayene derecesi yerine tecelli derecesi konulmuştur. Onuncu babda ise Menâzilü’s-Sâirîn’deki şekliyle on derece aynen tekrar edilmiştir.

            Bu durumda suluk mertebeleri olarak bilinen on mertebe aynen alınırken, bu on mertebede mevzu bahis edilen yüz dereceden on iki derece değişik olarak ele alınmış, seksen sekiz derece ise, Menâzilü’s-Sâirîn’de olduğu şekliyle tekrarlanmıştır.[7]

            Eser yazma nüshaları yanında 1256/1840’da Bulak’ta ve 1296/1869’da İstanbul, Rıza Efendi Matbaasında basılmıştır. Saadettin Ekici tarafından yeni harflere çevrilen eser 1996’da İstanbul’da yayımlanmıştır.

6. Derecâtü’s-Sâlikîn:

            İsmail Ankaravî’den dostlarının Abdullah el-Herevî’nin Menâzilü’s-Sâirîn isimli eserine benzer, onun uslubunda bir eser yazmasını talep etmeleri üzerine, Ankaravî mezkur eseri esas almak suretiyle ve ona pek çok atıflar yaparak Derecâtü’s-Sâlikîn adını verdiği eserini yazmıştır. Bu eserinde Menâzilü’s-Sâirîn’i esas almış olmasına rağmen İbnü’l-Arabî’nin ve Mevlânâ’nın eserlerinden de istifade etmiş, yeri geldikçe, diğer meşhur sûfîlerden nakillerde de bulunmuştur.

            Derecâtü’s-Sâlikîn, muhteva bakımından müellifimizin Minhâcü’l-Fukarâ’sının üçüncü bölümünde işlediği konuları aynı tertiple tekrarından ibarettir ki, eser on bölümden meydana gelmektedir. Her bölüm tekrar on dereceye ayrılmış ve her derecede tevbe, inabe, fakr ve mahv gibi konular işlenmiştir.

            Osmanlı dönemi Türkçesi ile kaleme alınan bu eserin hacmi takriben yüz varaktır. Derecâtü’s-Sâlikîn’de ele alınan konular Minhâcü’l-Fukarâ’da daha düzenli olarak işlenmiş olduğundan bu eserin yazma nüshaları da fazla yaygınlaşmamıştır. Eserin sonu eksikli ve istinsah tarihi tespit edilememiş olan Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmut Efendi, nr. 2674 ve Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., TY., I, 57 de 271 numarada kayıtlı bulunmak üzere iki yazma nüshası mevcuttur.[8]

7. et-Temkîn fî Şerh-i Menâzili’s-Sâirîn:

            Mahmud Ebü’l-Feyz el-Menûfî’ye aittir. Menûfî eserinde metodolojik bir yöntem izlemiş, metne ait bölümleri özellikle belirtmiş ve eserin tertibine müdahale etmemiştir. Şerh sırasında yer yer şiirler ekleyerek metni zenginleştirmiştir. Tek cilt olan eserin son sayfalarında müellifin hayatı hakkında ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Eser Kahire’de 1969’da yayımlanmıştır. (Daru’n-Nahdati Mısr).

            8. Âb-ı Hayât:

Mehmed Fakrî Kırîmî’nin Türkçe şerhidir. İBB Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 473’te bulunmaktadır.

 

 

KAYNAKLAR

Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001.

el-Cevziyye, İbni Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn (Kur’ani Tasavvufun Esasları), İstanbul 1980.

Uludağ, Süleyman, “Kâşânî Abdurrezzak”, DİA, XXV, İstanbul 2002.

Yazıcı, Tahsin-Uludağ, Süleyman, “Herevî Hace Abdullah”, DİA, XVII, İstanbul 1998.

Yetik, Erhan, İsmail Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İstanbul 1992.

 

 

 

 

 


[1] Yazıcı,Tahsin-Uludağ,Süleyman, “Herevî Hace Abdullah”, DİA,İstanbul,1998,c.17,s.222-226

[2] Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s.75.

[3] Uludağ, Süleyman, “Kaşani Abdurrezzak”, DİA, İstanbul 2002, c.XXV, s.6.

[4] el-Cevziyye, İbn-i Kayyım, Medaricü’s-Sâlikîn (Kur’ânî Tasavvufun Esasları), İstanbul1980, III, s.382.

[5] age., III, s.468-469.

[6] Yetik, Erhan, İsmail Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, İstanbul 1992, s.123-124.

[7] Yetik, Erhan, age, s.135-136

[8] Yetik, Erhan, age, s.114-116

Diğer Yazılar