İsmail Hakkı Bursevî’nin İsm-i Hû Risalesi

 İrfana Vukuf -   Abdulhadi Özkars -   26 Mayıs 2022

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Osmanlı tasavvuf muhitlerinde zamanının İbnü’l-Arabîsi olarak şöhret bulmuş olan İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1725) irili ufaklı onlarca eser kaleme almış velûd bir sûfîdir. Küçük risalelerinden biri olan İsm-i Hû Risâlesi onun tasavvuf anlayışını yansıtan bir çok  özelliği barındırmaktadır.

Risalede Bursevî Hû isminin Allah’ın esmâsından olduğunu Arapça kaideler açısından ele almakta, ayrıca görüşlerini ulemanın kavliyle desteklemektedir. Anlaşılan o ki devrinde bir kısım zahir uleması -sonraları da olduğu gibi- bu ismin Allah’ın zikrine konu olamayacağını iddia etmektedir. Bursevî yer yer isim vermeden bu kişilere sert tenkitlerde bulunmaktadır.

Risalede ayrıca vahdet-i vücûd irfanının temel kabulleri de gözler önüne serilmekte ve hakikatin ölçüsü olarak sunulmaktadır.  

Bursevî’nin “Hû” ismini konu alan bu risaleyi kaleme almaktaki maksatlarından biri, mensubu olduğu Celvetiyyenin süluk esmasından olan bu isimle ilgili tartışmaları sona erdirmek istemesi olmalıdır. Diğer taraftan Ekberî irfanında ismin Zât-ı Hüviyet’e işareti açısından öneminin farkında olan Bursevî’nin bu okula olan bağlılığı da bu gayreti desteklemiş olmalıdır.

Ferağ kaydından anladığımız kadarıyla eser 1 Şevval 1133 yılında, Ramazan Bayramı gecesi Üsküdar’da kaleme alınmıştır.

Recep 1333’te Bahriye Matbaasında yayınlanmış olan eserin Süleymaniye YEK, Yazma Bağışlar, nr.2997, 188b-190 varakları arasında yazma bir nüshası bulunmaktadır.  

Ekâbir-i ricâl-i Celvetiyye’den sâhib-i tefsîr-i Rûhu’l-Beyân eş-Şeyh İsmail Hakkî-i Bursevî kuddise sırruh hazretlerinin ism-i “Hû” hakkında icmâlen tahkikatlarıdır.

Bu kelime-i hüviyet ki sûfiyye-i mutahakkık-ı bi’l-hakâyıkın virdi ve hususan ki halka-i cem’iyyet ve akd-i mecliste ağleb-i zikridir. Erbâb-ı inkâr onun hakkında kîl u kâl ederler ve zâkir-i tarîk-i muhtie’ye giderler. Fe emmâ cehl-i mahs ve belâhet sarf edendir.

Ey münkir-i bî-şuur ve ey müfrit-i bî-nûr, hele bu hususda erbâb-ı hakâyıkı inkâr edersin, bâri kendi mecânisin olan ehl-i zâhiri nice inkâr edersin? İmam Fahr-ı Râzî ve İsâm ve emsali gibi. Zîra bunlar tefsirlerinde ve haşiyelerinde “Hû” kelimesinin zamir olduğuna zehâbdan sonra ismiyyetine dahî zâhib olmuşlardır. Nitekim;

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

[Allah (o Allahdır ki) kendinden başka hiç bir Tanrı yokdur.][1] ayeti zeylinde demişlerdir ki kelâm-ı mezkûr mübtedâ ve haberdir. Ve haber cümle olsa mübtedâya ait zamir lazımdır, dersen kelime-i Hû’da iki itibar vardır. Biri zamir olmak ve biri dahî isim olmaktır. Zamir olursa zâhirdir ve eğer isim olursa;

اَلْحَٓاقَّةُۙ مَا الْحَٓاقَّةُۚ

[O hak olan, nedir o hak olan?][2] kabîlinden olur. Yani muzheri makâm-ı muzmerde ibrâz etmek zamirden mânadır. Pes takdîr-i kelâm “Allahu lâ ilâhe illallah” demek olur.

Elhâsıl Celâle nice isim ise Hû dahi öyle isimdir ve İmam Suyûtî ve gayrılar dahi ona zâhib olmuşlardır. Ve erbâb-ı hakâik Hûd ismiyyetine binâen üzerine lâm idhâl edip “Âlime’l-hû” demişlerdir. Pes eğer hüviyet-i zâtiyyeye delâlet eder, isim olmasa üzerine lâm idhâl olunmazdı. Hususan ki ıstılahta münâkaşa yoktur ve her kavmin harf ve ıstılahları vardır ki orada ehadühümâ uhrâ cerh etmek cârî olmaz. Ve bir nesnenin zamir olması ismiyyetini münafî değildir. Zîrâ zamâir esmâ kabilindendir. Binâen alâ hâzâ Hû zamir olsa da olmasa da isimdir ve zamir olduğu surette zahiren “Hû, Hû” demek “O, O” demektir. Onun için erbâb-ı inkâr ta’n ederler. Fe emmâ fi’l-hakîka “Allah, Allah” ve “Hak, Hak” demektir. Zira inde’s-sûfiyye mevcûd-ı hakîkî Allah Teâlâ’dır ki vücudda hiç kimse onunla müşterek değildir.

Pes vâhide râcî olan zamirde iştirâk olmayacak “Hû” demek bilâ ihtimal “Allah” demek olur. Eğer sen dahi sûfiyye-i muhakkıkîn gibi mercî-i vâhidi tâyin edip sırr-ı vahdete vâsıl olabildinse sana dahi “O, O” demek yoktur. Belki “Hak, Hak” demek vardır. Ve eğer mercî-i vâhidden bî-haber olup vücûd-ı mümküne dahî vücûd verdinse enâniyyette kaldın ve sana “Hû, Hû” demek değil “Allah, Allah” desen dahî fâide etmez. Zîrâ kâlin var amma hâlin yoktur. Ve hâl olmayacak kîl u kâlden çe sûd ey bî-haber tefsir okursun.

Fe emmâ;

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ

[Onun Zat’ından başka her şey helak olucudur.][3] nassında ne yazılır kalbine yazmazsın. Ve fenâ fillah’dan kendine bir iş düzmezsin. Çünkü her nesne ki fî nefsi’l-emr hêliktir. Ve hêlikin vücûd-ı mevhûmuna itibar yoktur. Pes “Lâ ilâhe illallah” fi’l-hakîka “Lâ mevcûde illallah” demektir. Zîrâ ihtisâs-ı ulûhiyyete ihtisâs-ı vücûd lazım gelir. Ve emir ve nehiy ve tekâlif zâhir taayyün ve taaddüde râcîdir. Ve eğer bu mânadan nâ-âgâh isen sakın muvahhidim deme. Zîrâ sûret-i tevhîd seni şirkten tahlîs etmez. Nitekim Kur’ân’da gelir;

وَمَا يُؤْمِنُ اَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ اِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ

[Onların çoğu Allah’a iman etmez, ille Allaha ortak katanlardır onlar][4] yani vücûd-ı mecazîyi isbât eden kimsenin imânı hakikî olmaz. Zira meyl-i tâğût etmekten hâlî değildir ki sıfât-ı ehl-i şirktendir. Ba’de zâ “Hû” kelimesinden mefhum olan hüviyet ibtidâ-i taayyün-i ilâhîdir. Ve onun uhrâ kelamıdır. Ve cemî-i âlem kelamdan ibarettir. Ve sâir sıfât-ı kemâliyye dahi onda mündericedir. Ve bu kemâlât kable’t-tecellî sicn-i zâtta müstecine [gizlenmiş] idi. Sonra zûhûra geldi ve mezâhir yüzünden vücûd buldu. Ve âyine-i imkânda münevver-i sıfât-ı mütecelliye oldu.

Nitekim gayrı mevzuda şerh ve tafsil olunmuştur. Ve bu icmal sana Şeyh İsmail Hakkı’dan hediyedir ki bâis-i ferah-ı dildir. Ey âşık, hemân kumru gibi “Hû, Hû” diyegör. Zîrâ bu sır ve vücûd her zaman kâim olmaz.

Vallahu’l-muvaffık.

Veka’a fi’l-Üsküdar fî hilâli eyyâmi’l-îdi’l-fıtr. Min sene 1133.

 


[1] 2/Bakara, 255.

[2] 69/Hakka, 1-2.

[3] 28/Kasas, 88.

[4] 12/Yusuf 106.

Diğer Yazılar