Muhammed Murad Buhârî’nin Telkîn-i İsmi’z-Zât Risâlesi

 Kalbe Vukuf -   Fatih Yıldız -   04 Haziran 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

 

Tam ismi Muhammed Murâd b. Alî b. Dâvûd b. Kemâliddîn el-Hüseynî el-Buhârî en-Nakşibendî olan müellif 1050 (m. 1640) yılında Semerkant’ta dünyaya geldi. Zahiri eğitimini burada tamamladı. Küçük yaşta felç geçirerek kötürüm kaldı. Hindistan’a giderek Muhammed Masûm-ı Müceddidî’den (v. 1079/1668) Nakşibendî-Müceddidî yolunu tahsil etti. Bundan sonra gerçekleştirdiği hac yolculuğu akabinde Bağdat, İsfahan, Kahire ve Şam’da bulundu. 1092’de (m. 1681) İstanbul’a geldi. Osmanlı uleması, devlet adamları ve meşayıhından ilgi gördü. Eyüp Sultan semtinde kendisi için düzenlenen tekkede irşadla meşgul oldu. Bu arada gönüllü ve mecburi seyahatlerde bulundu. Eyüp-Nişanca’daki dergahında vefat etti.

Kur’an ilimleriyle alakalı Câmiu’l-Müfredâti’l-Kur’ân, Nakşibendî silsilesini açıkladığı Silsiletü’z-Zeheb, çevresine irşat maksatlı yazdığı mektuplardan müteşekkil Mektûbât, müritlerinden Karababazâde İbrâhim’in şeyhin sohbetlerinde tuttuğu notlardan müreşekkil Sohbetnâme ve yine aynı şekilde kaleme alınan Mesmûât isimli eserleri vardır.[1]

Burada istifadeye sunulan kısa risale, Murad Buhârî’nin Nakşibendiyye usulünde “latîfe-i kalb” olarak isimlendirilen ruhânî latife ile alakalı açıklamalarından oluşmaktadır. Ayrıca bu latifenin tasfiyesiyle ilgili esaslardan bahsedilmektedir. Ona göre Allah’ı bilen ve dolayısıyla bilmeye götüren kalbin irşada ihtiyacı vardır. Bu irşat için başta Ehl-i sünnet akidesi ve sünnet-i seniyye üzere bir yaşam şarttır. Bundan sonra kemal ehline muhabbetle kalbi bezeyerek, Allah’tan gayrısını/mâsivayı nefy ile ism-i celâl (Allah) ve nefy ü isbat (Lâ ilâhe illallah) zikrine devamla kalp safiyetine kavuşur.

Kütüphane kataloglarında Telkîn-i İsmi’z-Zât, Risâletü’t-Telkîn, Rûh ve Kalb Hakkında Risale isimleriyle geçen eserin, Süleymaniye Kütüphanesi; Hasan Hüsnü Paşa 1023, Hacı Mahmud 3212, Tahir Ağa Tekkesi 276, Murad Buhari Tekkesi 206 numaralarda ve Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin Ef. 3191 numarada nüshaları bulunmaktadır. Biz çalışmamızda müellifimizin tekkesine ait kütüphanenin bakiyyesi olması açısından Murad Buhari Tekkesi 206 numaradaki nüshayı esas kabul ettik. İsim olarak da şümulü ve risalelerdeki galip tercih olması bakımından Telkîn-i İsmi’z-Zât Risâlesi isminin uygun olacağını düşündük.

Telkîn-i İsmi’z-Zât Risâlesi

[6b] Bismillahirrahmânirrahîm

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn.

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidi’l-mürselîn ve alâ âlihî ve ashâbihî ecmaîn.

Ve ba’d:

Allahu Teâlâ tekrîmen ve teşrîfen insân-ı âkilde sol memenin altında can evi olan yüreğinde bilmeye ve tanımaya ve istemeye ve sevmeye ve duymaya kâbil, birden iki şey sığmaz âlem-i rûhânîden bir gönül vaz eylemiştir ki elest ahdinden beri kendisini var edeni ve yaradanı celle şânuhû bilip sevip, yokluk alçaklığında durup varlık nimetini tâbiiyle tanıyıp fazlından tamamını isteyip rızasıyla likâsına müştâk olup rızası yolu [7a] kılavuzu Rasûl-i kerim’i sallallahu aleyhi ve sellem kemâl-i iz’ân ile her vecihle tâbî olup mâsivâsı alakasından berden kesilip bu dâr-ı ubûrda itmi’nân-ı nefs ve inşirâh-ı sadr ile devâm-ı ubudiyetinde bulunup îkân üzere envâ-ı tecelliyâtına ve dâr-ı karârında ıyân üzere likâsına ve rızasına ve envâ-ı kerâmâtına mahz-ı inâyet-i sâbıkası ile nâil olmaya layıktır. 

 Böyle gönülsüz olan kimse insan suretinde b Ve böyle saadetten gafil olan katı hasta ve sakîm ilacı, gafletten uyanıp, pişman olup, hilâfından vazgeçip, Rabb-i Kerîm’inden kemâl-i tazarru ile aff u kabul ve ikbâl ü tevfîk ve istikamet niyaz edip üzerine kalmış Hak Teâlâ hukûku kaza ve halk hukûku edâ ve ehl-i hukuku ırzâ edip fi’l-hâl eğer kâdir değil ise kudret buldukta eylemesine ve kemâl-i ikbâl ile evsâf-ı mezkûre üzere bulunsa taahhüt ve iltizam edip ve vefa ile sâbit durup sünnet ve azîmet üzere, bid’at ve ruhastan içtinap edip yani her halde, her şeyde Peygamber-i Hudâ’ya sallallahu aleyhi ve sellem ve sahâbe-i kirâma radıyyalu anhüm kemâl üzere mutabaat eyleyip, ol [ye]rden gelmeyenden berden kaçıp zâhirde akâid-i ehl-i Hak ile -ehl-i Sünnet ve cemaattir- mutekit ve fıkha zaruri tabakınca âmil olup batınla Allahu Teâlâ ve rızasından gayrı aşinâ olmamak için sıdk ve ihlas üzre ehl-i kemâl ile sevişip Allah için sevişip muananen Rasulullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem gelen huzûr-ı billâh zikr-i câmiî ile mütelakkın olup yani gayben iman getirdiği mâbudün bi’l-hak Rab Teâlâ’nın Zât-ı pâkinin ismi ki lafz-ı mübârek-i Allah’tır, mânası ile yalınız olup Zât-ı pâkidir. 

 Îmân-ı billâh mefhumu üzere ale’d-devâm gönülde tecerrüt-i hayâl ile tahayyül edip hâlet-i sükûtta gibi dili damağa yapışıp, nefes cârî durup, fütursuz bu zikr-i şerîf ile zâkir ve hâzır olup, mâsivâ-yı mezkûru bi’l-külliye unutup gayrı hâtıra geldikte istiğfâr edip, tazarru ile mâsivâsından halâs isteyip yine huzura dönerek bir vecihle mâsivâyı unuta ki tekellüf ile dahî hâtıra gelmeyip zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunup, kendi yokluğu ile huzûr-ı billâh gözün görmesi gibi gönülde vasf-ı zâtîsi olup âşinâsı Allahu Teâlâ ve rızasından gayrı kalmayıp, mâsivâsından fâni ve ismiyle bâki olup, envâ-ı tecelliyât-ı ef’âli ve sıfatı ile mütecellî olup nefsi dahî benlik davasından geçip, kemâl-i itmi’nân ve inşirâh-ı sadr ile nizâsız cemî etvâr-ı ubudiyyet ile mütehakkık olup mahz-ı fazl u kerem-i İlâhî celle şânuhû ile tamamen fâni fillah ve bâki billah olup mazhar-ı tecelliyât-ı Zâtiyye ve velâyât-ı hâssa ile [7b] bu neş’ede îkânen ve neş’e-yi uhrâda ıyânen envâ-ı kerâmât-ı niam-ı ebedî ile muhakkık olması mâhûd-ı şer’-i kavîm ve dîn-i metîndir. Zâlike fazlullahi yü’tîhi men yeşâ, vallahu zü’l-fazli’l-azîm. [Bu Allah’ın lütfudur, dilediğine ihsan eder. Allah büyük lütuf sahibidir. (62/Cuma, 4)]        

Ve bu sülük için bir dahî muan’anen gelmiş zikr-i câmî-i nefy ü isbâttır. Yani kelime-i tayyibe-i lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah’dır. Mânası; “Mâbudun bi’l-hak olan yalnız Allahu Teâlâ’nın Zât-ı pâkinden ve rızasından gayrı maksûd-ı hakîkî yoktur.” Ve Muhammedün rasûlullah; “Sallalahu aleyhi ve sellem Rasûlullah’tır.” mutabaatı ile mukayyet olunmak lazım ve vaciptir. Neticesi menfi, müntefî ve müsbit sâbit olup saadet-i mezkûra vâsıl olmaktır. Lakin bu zikrin âdabı bir gayrı mahalde beyan olunur.

 

 


[1] Müellifin hayatı kaleme alınırken TDV İslam Ansiklopedisi, “Murad Buhârî” maddesinden istifade edilmiştir.

Diğer Yazılar