Allah Onları Sever, Onlar da Allah’ı Severler - Muhyiddîn İbnü’l-Arabî

 Mehmet Serhat Yılmaz -   28 Nisan 2021

Ey iman edenler! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kuşatır ve her şeyi bilir. (Maide/54)

Bil ki kulun sevgisi şöyledir: Allah Teâlâ eğer daha önce kulunu sevmemişse onu kendisini sevmeyle rızıklandırmaz, bu sevgiye onu ulaştırmaz ve bu sevgide onu kullanmaz. Kulun kendisini Allah'a yaklaştıran bütün işlerdeki durumu böyledir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Allah'tan aktararak şöyle demiştir: "Allah şöyle buyurur: Bana yaklaşanlar farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli bir işle bana yaklaşmamışlardır. Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşmayı sürdürür. Ta ki onu severim”. İşte bu sevgi/muhabbet vasıtasıyla onları peygamberin kendilerine getirdiği farzlarda ve nafilelerde peygamberine uymaya muvaffak kılınıştır. Nitekim Hazreti Peygamber aleyhisselâm rabbinden naklederek; "Kulum nafilelerle bana yakınlaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim, onu sevdiğimde ise onun işiten kulağı, gören gözü olurum.” buyurmuştur. Böylece Hazreti Peygamber aleyhisselâm bize, getirdiği şeyler konusunda kendisine tâbi olduğumuz takdirde Allah'ın bizi seveceğini bildirmiş ve bu itibarla Hak Teâlâ da "De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 3/31) buyurmuştur. Buradaki ikinci sevgi birincinin aynısıdır. Birincisi ilâhî inayetten neşet eden sevgidir; ikincisi ise peygambere tâbi olmanın karşılığında ikram edilen, ilk sevgi ile sevilenin gönderdiği sevgidir. Böylece kulun rabbini sevmesi iki ilâhî sevgi arasında mahfuz hale gelir. Ne zaman bu nitelikten çıkmak istese ya da çıkmaya kalkışsa kendisini iki ilâhî sevgi arasında kuşatılmış bulur ve çıkış yolu bulamaz, böylece düşülecek hiçbir çukuru olmayan inayet sevgisi ile hiçbir istidraç ve tuzak İçermeyen ikram sevgisi arasında mahfuz olur.

Mesele

Allah, dostlarını sever; seven sevdiğine acı çektirmez. Ama dünyada Allah dostlarından (ki bunlar resuller, nebiler, onlara tâbi olanlar, onlara tâbi olmayı muhafaza edenlerdir) çok daha şiddetli belâ ve acılara maruz kalan kimse de yoktur. Peki, bu kimseler Allah tarafından sevilmelerine rağmen onlara bu belâlar hangi hakikatten dolayı gelmektedir? Bu soruya şöyle cevap veririz:

Allah Teâlâ [Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler.] buyurmuştur. Onların Allah'ı sevmeleri imtihanlarına sebep olan husustur, Allah'ın onları sevmesi ise seçilmelerine sebep olan husustur ki bu seçilmişlik hem bu dünyada hem de kıyamette söz konusudur. Cennette Allah onlara hususi olarak sevilen olmaları itibariyle muamelede bulunur. İmtihan ve belâ her zaman iddia ile birlikte olur. Herhangi bir iddia sahibi olmayan kimseyi Allah bu iddiasında doğruluğuna delil olacak şekilde imtihana asla tâbi tutmaz. İddia olmasaydı belâ ve imtihan da olmazdı. Allah, kullarından dilediğini sevdiği zaman onlara hiç bilmedikleri bir yönden kendi sevgisini rızık olarak bahşeder, böylece onlar kendi nefislerinde Allah sevgisini bulular. Bunun sonucunda da kendilerinin Allah'ı seven kimselerden olduklarını iddia ederler. İşte bu iddia üzerine Allah da onları, sevenler olmaları açısından imtihana tâbi tutar, sevilenler olmaları açısından kendilerine nimetler ihsan eder. Onlara olan nimeti, kendilerini sevdiğine delildir. En büyük delil Allah'a aittir. Onları imtihan etmesi ise Allah'ı sevdiklerine dair iddialarından dolayıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ yarattıkları içerisinden sevdiklerini imtihan eder. Kul hem Allah'ı sever hem de Allah tarafından sevilir. Allah'ı sevmesi açısından imtihana tâbi olur, çünkü bu konuda iddia sahibidir. Bu konuda yalan iddia sahibi olan kimse, bu imtihan neticesinde rezil rüsva olur, doğru iddia sahibi olanın ise doğruluğu ortaya çıkar. Allah tarafından sevilmesi açısından ise sevgisine hükmedilir. Allah onu davet eder, o da Allah'ın davetine icâbet eder. Allah onu razı eder, O da Allah'tan razı olur. O Allah'ı öfkelendirir, Allah da onu cezalandırma kudretine ve nüfuzuna sahip olmasına men onu cezalandırmaktan vazgeçer, onu bağışlar. Çünkü sevginin gücü daha kuvvetlidir.

(İnananlara karşı alçak gönüllü, İnkârcılara karşı güçlü]: Allah Teâlâ bizlere, Allah için sevmeyi ve Allah için buğz etmeyi meşru kılmış, bunu salt kendisine ait olan ve kulun hiçbir pay sahibi olmadığı, sadece Allah'ın verdiği karşılığı aldığı bir amel kılmıştır. Bu, Allah'ın, dostlarına düşmanlık edenlere düşman, dostlarını dost edinenlere dost olmasıdır; ancak bu konuda kişi nefsi için değil Allah için hareket etmeli, meşru hak çerçevesinde durmalıdır. Zira Allah kullarından, kendisi için harekete geçenler dışında hiçbiri için harekete geçmez. Bu itibarla şöyle buyurmuştur; [Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir topluluk getirir.] Allah'ın hakkı, ödenmeye en layık haktır; kul hakkı ile Allah hakkı birlikte söz konusu ise öncelik Allah hakkınındır. Zira kulun, Allah'ın bahşetmesi dışında zaten bir hakkı yoktur. Herhangi bir zamanda bu iki hak birden taayyün ederse muvaffakiyet sahibi kul önce Allah'ın hakkını ödemekle, yerine getirmekle başlar, daha sonra Allah'ın vâcip kıldığı kul hakkını yerine getirir.

Yukarıdaki yazı İnsan Yayınları’ndan çıkan Rahmetün Mine’r-Rahmân-2 başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 43-45)

Diğer Alıntılar