Gönül

 Kalbe Vukuf -   Ebubekir Koçak -   17 Mayıs 2021

 

Sabah oldu uyandı. Kendisine seçtiği bulutun üzerinden kaydı. Bulutların şeklinden kendince anlamlar çıkarmaya çalıştı.

İğne yaprakları göze batmayan aksine yeşilin sevgiyi koyultan tonuyla dinlendiren çam ağaçlarının ortasından elini kolunu sallayarak yürüyordu. Ormanın içinden bakınca, zikir çeken dervişler gibi başlarını sallayan sedirlerin arasından gökyüzünün mavisi daha mavi görünüyordu. Delişmen bir sevinç bir süre tutundu içinde bir yere birden bire.

İzlediği patika bitince başlayan uçurumda, laciverte çalan rengiyle deniz karşıladı. Durdu bir süre seyretti dinginleşmek için çırpınan denizi. Sivri uçlu kayaları nasıl yonttuğuna baktı dalgaların. Deniz eliyle, kayaların nasıl da ehlileştiğini gördü. Tüm kayalar tek bir kaya olmuş ağır başlı bir tonda konuşmaya başladı onla. Kararlı olmak gerektiğinden, sabırdan bahsetti. Bunu nasıl başarabileceğini sordu. Önce sağduyu gerektiği cevabını aldı. Daha önce de tüm denizler bir denize dönüşerek uluca karşısına dikilmiş, milyonlarca yıldır suyun dünyada nasıl da deveran ettiğini anlatmıştı da ne zaman su içecek olsa bu kadimliği düşünür olmuştu. Kim bilir hangi maceraları yaşamıştı önündeki denizin suyu da, düşünmeden edemedi. Kayalarla konuşması bitince, burnundan nefes alamayıp ağzı açık uyuyan bir ihtiyarı anımsatan mağaranın, uçurumun ortasında denize bakan girişine gözü çarptı. Keşfe çıkmak isteğiyle heyecanlandı. Bir yol arayıp buldu mağaranın girişine ulaşmak için. Kayaların arasından haritasını çıkardığı yolu takip ederek yampiri yampiri indi. Mağaranın loşluğuna gözünün alışması için bir süre beklemesi yetti.

         - Ev sahibi!

Diye seslendiyse bile mağaradan cevap alamadı. Bunu bilgece sükutuna yordu mağaranın. Kesif bir sessizliğin hakim olduğu bu mağarada ilerledikçe gözü görmez oldu önünü. Bastığı taşlardan uçuşan yarasalar konmak için başka bir dip bucak buldular. Yarasaları mağaranın kimseye açmak istemediği sırlarına yordu. El yordamıyla yoluna devam ederken mağaranın küf kokan havasının da yardımıyla geri dönmesini telkin eden içindeki sesi kaşif yanı güçlükle bastırıyordu.  Nihayet önünde Hz. Musa’nın uzaktan seçtiği gibi davetkar bir aydınlanma belirdi de ışığa doğru ilerledi. Son engeli de emekleyerek aşınca mağaranın tavanındaki bir kaç delikten ışık huzmelerinin genişleyerek mağaranın tabanındaki bir gölü aydınlattığını gördü. Gölün yanına geldiğinde ayağında hissettiği serinliğin peşi sıra gölün yüzeyindeki titreme olmasa gölün düşündüğünden derin ve geniş olduğunu fark edemeyecekti. Bunun sebebi gölün berraklığı idi. Mağaranın tabanındaki bu su o kadar berraktı ki dev bir aynaya bakıyor hissi uyandırıyordu. Hal böyle olunca dikit sandığı, yağı akıp donmuş büyücek mum gibi sütunların aslında sarkıtların bu ayna göldeki yansımaları olduğunu anladı. Karşılaştığı manzara onu o kadar etkiledi ki hiç kimseye hiçbir şey söylemek istemez, zaman ve mekan duygusunu kaybetmiş bir halde kalakaldı.

Kalabalığında yalnızlığı yaşadığı şehrin işlek caddelerinden birinde bir vakit, “vaizin nar-ı cehennem dediği firkat imiş” sözünü düşünerek, benzi hasret soluğu yürürken, alnının ortasına elinin ayasıyla şap diye vuran bir adam durdurmuştu. Tek bir cümle kurup ardına bakmadan giden bir adam. “Kalp yüzün aynasıdır.” Yıllarca onca kişi arasından kendisini seçip bu sözü alın çatından kafasına sokan adamın yanıldığını düşünmüştü. Herkesçe malum olduğu üzere sözün aslı “yüz kalbin aynasıdır” şeklindeydi. Şimdi kimin söylediğinin önemi kalmayan bu sözün, bu halde kendisine söylenmesinin bir anlamı olduğunu anladı.

         - Doğru, kalp yüzün aynasıdır.

İliklerine kadar anladı sözün anlamını. Aslında mağara anlatmıştı ona bu sözün anlamını. Kayalar, denizler nasıl bir olup konuştuysa, işte mağara da konuşmuştu kendisiyle. Sarı çiçek konuşur da mağara konuşmaz mıydı?

Neden sonra göle daha yakından bakmak istemiyle, uykusundan yeni uyanan Yedi Uyur’dan biriymiş gibi eklem yerlerinin gıcırtısı mağara duvarlarında yankılanacakmış sanarak yavaşça hareket etti. Ellerini dizlerine koyarak eğildiğinde kendisiyle göz göze geldi. Ayna göldeki tüm görüntü kaybolmuş, karşısında kendisine hayretle bakan kendisi duruyordu.

Derin bir nefesle mağaranın rutubetli kokusunu ciğerlerine çekti. Gözleri fethettiği şehre bakan fatih, ab-ı hayat içmiş Hızır gibi parıldıyordu. Sevinci keşfettiği bu serapa yok denecek kadar temiz göl değildi. Evet, aynalı göl mağaranın kalbiydi.

Dışarı çıktı. Dönüş yolunda denizden gelen tuzlumsu meltemle dalları sallanan ağaçlar elini sıkmak ister gibi sırayla eğilip doğruluyordu. Şimdi ne olacaktı? Hızla atan kalbine bakmaya korktu veya utandı.

                                                                                                                      

                                                                                                                        Yaz 2019 Konya

Diğer Yazılar