Tarikat Ayinleri ve Mûsikî

 İrfana Vukuf -   Alirıza Farımaz -   02 Temmuz 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

 

Mistik gelenekler, duygu ile zihin yoğunlaşmasını sağlamak ve vecd hâline erişmek gibi hususlar doğrultusunda tarih boyunca mûsikîden yararlanmışlardır. -İslam içerisindeki mistik tavrın temsilcisi olduğu kabul edilecek olursa- tasavvufî gelenek içerisinde de tarih boyunca farklı şekil ve formlarda mûsikînin kullanımına rastlamak mümkündür. Tasavvufun kurumsallaşması ile birlikte tarikat yapılarının ortaya çıkması sonucunda mûsikî, gelişerek sistemleşen âdab ve erkânın önemli bir parçası hâline gelmiştir. Hususen tarikatların toplu zikir meclislerinde yoğun bir şekilde rastlanan mûsikî, bir sûfînin yazmış olduğu manzum metne yapılmış beste yahut müstakil taksim gibi formlarda görülmektedir. Bu çalışmada, tarikatların zikir meclislerinin genel yapılarına değinilecek ve modern akademik araştırmalarda dinî mûsikî altında bir dal olarak değerlendirilen Tasavvuf (Tekke) mûsikîsinin bu meclislerdeki yeri ve önemi incelenecektir.

Tasavvuf tarihinin erken dönemlerine bakıldığında semâ’ kavramının sûfîler arasında Kur’ân, şiir ve nağmeli sözleri de dinlemenin dahil olduğu farklı anlamlarda kullanılmış olduğu görülmektedir. Tabakât metinleri incelendiğinde ilk dönemlerden itibaren mezkur uygulamaların yer aldığı semâ’ meclislerinden bahsedildiği görülecektir. Önceleri daha geniş bir anlam çerçevesine sahip olan semâ’ zamanla mûsikî dinleme anlamında yoğunlaşmış ve mûsikînin de yer aldığı zikir meclisleri için -bu noktada Mevlevî semâ’ ayini öne çıkmaktadır- kullanılır hâle gelmiştir. Kişiyi vecd hâline yönlendirmedeki yardımı, hislerin ötesinde bir duyuşa imkân sağlaması, Bezm-i elest’i ve Rabb’in hitabını kişiye hatırlatması gibi sebepler zikredilerek sûfîler sıkça mûsikîden istifade etmişlerdir. Sûfîlerin semâ’ meclislerinde vecdin etkisiyle raks etme, kendinden geçip sayha atma, şatahât benzeri kelam etme gibi hadiselerin de yer alması bazı fakihlerin bu uygulamayı şiddetli şekilde eleştirmelerine yol açmıştır. Semâ’ı eleştiren -kerih ve bazen haram gören- fakihler daha çok olumsuz örnekler ve mûsikînin kullanıldığı gayrı meşru meclisler üzerinden giderken, Sûfîler semâ’ ile raksın hangi amaçla ve ne bağlamda kullanıldığı doğrultusunda değerlendirilmesi gerektiğini ve Hakk’ı hatırlamaya matuf bir kullanımda mübah olacağını savunmuşlardır. Bu doğrultuda ilk dönemlerden itibaren semâ’ konusunda savunu ve eleştiri şeklinde karşılıklı risale tarzında metinler kaleme alınmıştır. Meseleyi mübah ve caiz gören isimler arasında İbn Hacer el-Heysemî, İmam Gazzâlî, İsmâil Rusûhî Ankaravî ve Aziz Mahmud Hüdâyî gibi meşhur âlimler ve sûfîler bulunmaktadır.[1]

Tarikatların kurumsallaşması ve tekkelerin tesisi ile birlikte toplu zikir meclislerinin ayrılmaz bir parçası hâline gelen mûsikî, özellikle Osmanlı döneminde “tekke mûsikîsi” adı altında hususi bir tarza dönüşmüştür. Sûfîler tarafından tasavvufî kavramlardan hareketle yazılmış genellikle nazım formundaki nefes, durak, ilahi, gazel, kaside, naat, mersiye, şuğul vb. edebi türlere bir bestenin giydirilerek zikir meclislerinde enstrüman eşliğinde yahut yalın olarak okunması şeklinde karşımıza çıkan tekke müziği yüzyıllar boyunca gelişerek devam etmiştir. Zamanla zikir meclislerinde mûsikî öyle merkezi bir noktaya gelmiştir ki “Zâkirbaşı” ismi verilen tarikatın önde gelen dervişlerinden bir kişi, şeyhin söylediği esmâ ve söyleyiş tarzı doğrultusunda eserler okuyarak çevresindekileri de bu doğrultuda yönlendirir ve zikrin temposu da bu şekilde belirlenmiş olur. Bu sebeple zâkirbaşılar hem mûsikî konusunda kabiliyetli hem de güfte kültürüne hâkim kişilerden seçilmiştir.

Description: C:\Users\Baki\Desktop\3-.jpg

Mûsikînin yer aldığı bir mecliste enstrümanların da varlığı kaçınılmazdır ve zikir meclislerinde çalgı aletleri de kullanılmıştır. Bununla birlikte yukarıda bahsedilen fıkhî tartışmalar da gözetilerek genellikle kudüm ve bendir benzeri vurmalı çalgılarla iktifa edilmiştir. Lakin mûsikînin aslî unsurlardan olduğu Mevlevî ayinlerinde neyin yanı sıra diğer pek çok üflemeli, yaylı ve telli enstrümanların da özellikle Osmanlı’nın son döneminde kullanıldığı aktarılmaktadır. Benzer şekilde Bektâşîlerin semah ayinlerinde de bağlama ve kopuz gibi telli çalgılar esas enstrümanlar olarak kullanılmıştır.[2] Bu uygulamalarda bulunan sûfîler tavırlarını, bundan gayelerinin mâlâyanî işler ve hissî zevk almak değil vecde ulaşmak ve Hakk’ın rızasını kazanmak olduğu şeklindeki argümanlarla savunmuşlardır.

Birkaç kişinin bir araya gelerek birlikte ve aynı lafzı, belirli bir ahenk içerisinde tekrarlamaları şeklindeki toplu zikir uygulamaları erken dönemden itibaren örneklerine rastlanan hususlar olup sûfîlerce nassa da dayandırılmıştır.[3] Tarikatların kurumsal anlamda teşekkülü sonucu zikir meclislerine dair erkân da sistemli hâle gelmiş ve nesiller boyu düzenlenerek bir forma kavuşmuştur. Öyle ki hangi esmanın nerede, ne zaman, ne şekilde, hangi sırayla ve hangi şartlarda zikredileceği gibi pek çok hususa özenle uyulmuştur. Her tarikat için bu şekilde bir zikir meclisinin var olduğunu belirtmekle birlikte bunların biçimsel manada ve içerikleri açısından farklılaştığı ifade edilmelidir. Tarikatlar zikir meclisleri üzerinden iki farklı tasnif altında incelenmektedir. Hafî (sessiz) zikir ve cehrî (sesli) zikir şeklindeki ilk tasnif aslında sadece hafî zikri benimsemiş Nakşibendiyye’yi diğer tarikatlardan ayırmaktadır. Bununla birlikte Kâsâniyye gibi Nakşibendiyye kollarında zikir meclislerinde cehrî zikrin uygulandığı kaynaklarda aktarılmaktadır. Yine mevcut şeyhin başka tarikatlardan icazeti olması gibi durumlarda aslen Nakşî usulünün esas olduğu meclislerde cehrî zikre de yer verilmiştir. Hafî zikir uygulamasında mürşidin telkiniyle bir takım ayet, dua ve zikirler bir araya toplanmış müridlerce içlerinden okunmaktadır. Diğer tarikatların benimsediği cehrî usulde ise yine şeyhin söylediği ibareler müridlerce açıktan ve topluca tekrarlanmaktadır.[4]

İkinci tasnif ise zikir meclisinin şekli doğrultusunda yapılmıştır. Bu noktada tarikatlar kuûdî (oturarak), kıyâmî (ayakta) ve devrânî (ayakta hareket ederek) olarak üçe ayrılır. Kuûdî ayinden başlamak gerekirse bunun en tipik örneği hatm-i Hâcegân adı verilen Nakşibendî ayinidir. Nakşî dervişleri şeyhleriyle birlikte bir halka oluşturarak zikir boyunca hiç ayağa kalkmadan zikri tamamlarlar. Bununla birlikte sair tarikatların da zikir meclisleri kuud formunda başlamaktadır. Şeyhle birlikte -genellikle vakit namazından sonra- oturdukları yerde salavat, tehlîl ve dua ile başlayan ayinler devamında kıyam veya devranla devam etmektedir. Bunun yanı sıra tekkede görevli şeyhin katılamadığı zikir meclislerinde de vekil yönetiminde edeben bütün zikrin kuûdî olarak başlayıp bitirildiği aktarılmaktadır. Kuûdî ayin genellikle tekkelerin zikirlerini gerçekleştirdikleri -ve namazın da kılındığı- meydan adı verilen yerde yapılmaktadır. Şeyh ve görevli müridler -kıdeme de işaret eden- değişik renklerde postlara otururlar ve iç içe halkalar kurulur. Nakşibendî zikrinde mûsikî de bulunmadığından ayin, dua ve içten yapılan zikirle geçer. Diğer tarikatlar ise kuud kısmında şeyhin zikri başlatmasının ardından sesli ve toplu bir şekilde dua, salavat ve tehlil getirirler. Bazı tarikatların bu kısımda pîrin derlediği evrâdı da nağmeli olarak okudukları bilinmektedir. Kuud sırasındaki zikirlerde enstrüman kullanımına pek rastlanmasa da zikrin ritmini belirleyecek şekilde özellikle tehlil zikri kısmında, perde kaldırma yöntemi denen hızlandırma ve yavaşlatmaya mutabık şekilde kasideler okunur. Kuud zikri aşr-ı şerif kıraati ve dua ile noktalanır. Bu genel tarzın dışında Şabaniyye’deki darb-ı esmâ ve Celvetiyye’deki nısf-ı kıyâm zikirleri de kuûdî zikirler arasında değerlendirilmektedir.[5]

Kıyâmî ayinler, kuud ile başlanıp aşr-ı şerif ve duadan sonra ayağa kalkarak devam edilen ve dervişlerin ya karşı karşıya saf şeklinde yahut halka şeklinde dizildikleri ayinlerdir. Şâzelîyye, Kâdiriyye, Rıfâiyye, Bedeviyye ve Sa’diyye bu formu benimsemişlerdir. Şeyh, dervişler halka şeklinde dizildiyse zâkirlerle birlikte merkezde, karşılıklı saflar varsa aralarında bulunarak zikri yönetir. Zikir genellikle cumhur ilahi denilen ve topluca söylenen bir eser ile başlar. Bu sırada dervişler iki yana salınırlar. Devamında esma zikrine geçilir ve dervişler zikrederken zâkirler tempoya uygun ilahi ve şuğuller okurlar. Kıyam zikrinde dervişler bulundukları yerde sabit dururken zikrin hararetiyle baş, gövde ve dizleri ile hareket ederler. Bu salınımlar zikredilen esmanın heceleriyle koordineli bir şekilde gerçekleştirilir. Kıyamda tehlîl, ism-i celâl, ism-i hû, ism-i hayy, ism-i hakk vs. gibi farklı esmâlar yer alabilmektedir. Tarikatların kıyam zikrine ek farklı uygulamaları da söz konusu olabilmektedir. Sa’diyye’nin Devse ve Tulubî Nevbe’si, Rıfâiyye’nin burhanı, Bedeviyye’de Beyyûmî ayini ve Bedevî topu, Yesevîyye’de zikr-i erre bunlardan birkaçıdır.[6] Zamanla tarikatlar arasında geçişler olmuş bu uygulamalar farklı tarikatlar içinde de kendilerine yer bulmuşlardır.

Üçüncü olarak devran zikrini benimseyen tarikatlara değinmek gerekir ki bunlar özetle kıyamî tarzda kurulan halkanın döndürülmesi şeklindedir. Burada temel olarak Halvetiyye tüm kollarıyla yer almaktadır. Özellikle Anadolu, Rumeli ve Mısır coğrafyasında geniş yayılım göstermiş ve pek çok kol ve alt şubeye ayrılmış Halvetiyye devran zikrini esas almaktadır. Bunlara ek olarak Kâdiriyye’nin Eşrefiyye ve Rûmiyye kolu ile Zeyniyye’de devrânî zikir yapılmaktadır. Kıyama benzer şekilde bütün vücudun zikirle koordineli şekilde hareket hâlinde olduğu devran zikrinde halka genellikle -Kâdirîler sağa döner- sola döndürülür. Bu sırada farklı esmâlar zikredilir ve zâkirler ilahilerle zikre halkanın dışında eşlik ederler. Bu üçlü tasnifin dışında kalan iki tarikat ayini Mevlevî semâı ve Bektâşî semâhıdır. Mevlevî dervişleri sair zamanda yaptıkları kuud zikri dışında kendi etraflarında ve meydanda turlamak şeklinde dönerek zikrederler. Bu sırada ism-i celâl zikrini tekrarlarlar. Mevlevî ayini bir tekke mûsikîsi tarzı olarak uzun bir besteden müteşekkildir ve bu sebeple ayin bestelemek Mevlevî gelenekte mûsikîyi öne çıkartmıştır. Son olarak Bektâşî semahına gelinirse özetle kol ve ayak hareketleri kombine edilerek gerçekleştirilen ve meydanın etrafının dönüldüğü bir raks çeşidi olarak tanımlanabilir. Semah genellikle kadın erkek karışık şekilde ve zâkirlerin çaldığı bağlama eşliğinde yapılır. Bu sırada da Bektâşî büyüklerine ait nefesler okunur.[7]

Tasavvuf ve tarikat kültürünün uygulamaları arasında en görünür ve estetik hâli olan ayinler hem vücut hareketleri hem de mûsikî icraları eşliğinde tarih boyu yapılagelmiştir. İşleyişi, kıyafetleri, mûsikî icraları, enstrümanları, hareketleri, motifleri ile mezkûr ayinlerin toplu zikrin kâmil bir forma ulaştırılma çabası olduğu görülmektedir. Erken dönemlerden itibaren ve tarih boyunca da aralıklarla bir kısım ulemanın eleştirisine maruz kalmış sema, raks ve sesli zikir gibi uygulamaların devamlılığı ve günümüze ulaşmış olduğu göz önüne alındığında sûfîlerin hem meşruiyet sağlama hem de düzenleme noktasında başarıya ulaştıkları anlaşılmaktadır. Son yüzyılda yaşanan ve tarikat çevrelerini menfi yönde etkileyen gelişmeler ışığında büyük oranda yasaklanmış ve daha çok folklorik bir mahiyete bürünmüş gibi görünse de seyr ü sülûkun ayrılmaz bir parçası olarak kişiyi kemâle ulaştırmada etkili bir araç olduğu göz ardı edilmemelidir.

 

 


[1] Semih Ceyhan, “Semâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi.

[2] Nuri Özcan, “Tekke Mûsikisi”, TDV İslâm Ansiklopedisi.

[3] “...Şüphesiz ki : Allah’ın birtakım melekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçerisinde zikir olan bir meclis buldular mı onlarla beraber otururlar ve kanatlarıyla birbirlerini kuşatırlar. Ta ki kendileriyle alt semanın arası dolar. Cemaat dağıldıkları vakit yükselir ve gökyüzüne çıkarlar.

Allah onlara: "Nereden geldiniz?" diye sorar.

Onlar da: Senin yer­yüzündeki bazı kullarının yanından (geldik), onlar sana tekbir, tehlîl ve hamd ediyor ve senden istiyorlar, cevabını verirler…” (Müslim 2689/25)

[4] Ömer Tuğrul İnançer, "İstanbul’da Tarikat Ayin Ve Zikirleri", Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, s.316

[5] Ömer Tuğrul İnançer, "İstanbul’da Tarikat Ayin Ve Zikirleri", Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, ss.317-21

[6] Ömer Tuğrul İnançer, "İstanbul’da Tarikat Ayin Ve Zikirleri", Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, ss.321-28

[7] Ömer Tuğrul İnançer, "İstanbul’da Tarikat Ayin Ve Zikirleri", Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, ss.328-39

Diğer Yazılar