İsimler ve Sıfatlar Hakkında

 Mehmet Serhat Yılmaz -   04 Temmuz 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

İsim o şeydir ki, müsemmâyı akıl ve fehm nezdinde hazır hâle getirir, hayal ve zihin nezdinde hatırlatır; müsemmâ hazır ve gâib olsun farketmez. Meşâyıha göre söz konusu olan, halkın dilinde meşhur olan ve telâffuz edilen isimler değildir. Belki "isim”, müsemmâ olan zâtın muayyen bir sıfatıdır. O bakımdan, zatın bir sıfatla tecellisine "isim” derler. Meselâ "Rahmân" rahmeti olan zat demektir. "Kahhâr' kahrı olan zattır. Öyleyse telâffuz edilen bu isimler, ismin ismi olur.

İlâhî isimler üç kısımdır: Zâtiyye, sıfâtiyye ve ef’âliyye. Bu üç kısım da iki nevi üzeredir. Bir nev'ine sıfât-ı “sübûtiyye" ve "îcâbiyye" de derler. Bir nev'ine "selbiyye” derler. Sıfât-ı îcâbiyye: Hayat, ilim, irâde, kudret ve bunların benzerleridir. Sıfât-ı selbiyye: Sübbûh, Kuddûs, Ganî gibi sıfatlardır.

Îcâbiyye ve selbiyyenin farkı şudur: Sıfât-l îcâbiyye Hak'ta ve halkta müşterektir. Sıfât-ı selbiyye ise sâdece Hakk'a mahsustur.

Esmâ-i zâtiyye şunlar ve benzerleridir. Allah, Hüve, Hak, Mâlik, Kuddûs, Ehad, Vâhid, Samed, Azîz Kebîr, Müteâl, Aliyy, Azîm, Zâhir, Bâtın, Evvel, Ahir, Celîl, Cemîl, Mecîd, Ganî, Nûr ve benzerleri.

Bâzı isimler vardır ki, Zât’ın zuhûru olmak itibâriyle "zat ismi” denir; sıfatların zuhûru olmak itibâriyle "sıfatların ismi”; fiillerin zuhûru olmak itibâriyle "fiil ismi” denir. Meselâ "Rab” ismi, "sâbit” mânâsı murad olunsa zat ismi olur; "mâlik” mânâsı murad olunsa sıfat ismi olur; "mürebbi” ve "muslih" mânâsı murad olunsa fiil ismi olur. Kendi zâtı, sıfatları ve fillerinin ismini bilen kimse zâtî sıfatları ve fillerinin isimlerinin ne idiğini anlar.

Esmâ-i sıfâtiyye: Hayy, Şekûr, Kahhâr, Muktedir, Kadîr, Rahmân, Rahîm, Kerîm, Gaffar, Vedûd, Raûf, Halîm, Sabûr, Rezzâk, Vehhâb, Alîmı ve benzeri isimlerdir.

Esmâ-i Ef'âliyye: Mübdi', Muîd, Hâlik, el-Bâis, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Mâni’, el-Mu'tî, el-Müzill, el-Muizz, el-Bârî el-Muhyî el-Mümît, el-Hâdî, er-Reşîd ve bunların benzerleridir.

İlâhî sıfatların asılları, nâmütenâhî olan isimlerin anneleri mesâbesinde olan isimlere "eimme-i seb'a'” (yedi imam) denir ki, o isimler şunlardır:

Hayy, Alîm, Mürîd, Kâdir, Semî’, Basîr, Kelîm. Bâzıları Semî’, Basîr ve Kelâm yerine; Kâbil, Cevâd ve Muksıt isimlerini ileri sürmüşlerdir.

Cilâ ve isticlânın kemâli olan hakîkî matlûb bu yedi isim üzere mevkuf ve mürettebdir. Zira "Hayat" varlık ve huzûru gerektirir, ilim ve şuûrun sebebidir. Eğer hayat olmasa ilim, irâde, kudret ve başkaları zuhur bulmazdı. Aynı şekilde, "ilim” bir nurdur ki; küllî işlerin tâbi' ve metbû' hakîkatlerin, vücud ve isimlerin teayyünâtının tafsil ve tedbîri ona bağlıdır. "Mürîd” bütün bu işleri mertebe ve zuhûr plânında tahsis edici (muhassıs)dir. "Kâdir”, murad olunan şeyleri, olduğu üzere (alâ mâ hüve aleyh) ızhar ve ihdâsa kudreti olmaktır. "Sem”' zâtî kelâmın hakikatine müteallik olan ilmin tecellîsinden ibârettir, zâhiren veya bâtınen olur, şühud yoluyla olmaz. "Basar” şühud yoluyla hakâyık ve a'yâna ilmin taallukundan ibârettir. "Kelâm” gayb âleminden olan eşyânın esrârını izhar eylemekten ibârettir.

Bütün ilâhî isimler dört ismin altında dâhildir, bu dört isim: Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın'dır. Zîra eşyâ bu dörtten hâlî değildir. İbdâ ve îcadla ilgili isimler "Evvel” altına dâhildir. lâde ve imâteye müteaallık olan isimler "Âhir"e dâhildir. Zuhûrla ilgili bütün isimler "Zâhir"dedir. İçe (bütûna) müteallik olan "Bâtın”a dâhildir. Bütün isimleri içine alanlar ise "Allah” ve "Rahman” isimleridir. Zîra Allah zâtın ismidir ve bütün sıfatları kendi içinde bulundurur. "Rahmân” umûmî rahmetin ismidir ki vücud ile müsemmâ Olan "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" (A'raf 7/156) hükmüyle ihâta etmiştir. Onun için "Deki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır,” (İsrâ 17/110) âyeti vârid olmuştur ki, esmâ-i hüsnâ bu iki ismin ihâtası içine dâhildir.

Meşâyıhın "nefes-i rahmânî” dedikleri şudur: "Nefes tenfis"ten gelmedir. Tenfis, vücûdu sıkıntıdan kurtarıp râhatlatmak için içeriden dışarıya sıcak hava gönderip soğuk hava almaktır. Zîra teneffüs eden kimse ancak sıkıntıyı defetmek için teneffüs eder. Bu bakımdan meşâyıh bu mevcûdâta "nefes-i rahmânî” dediler ve bu zuhûrâtı, insanın nefesine benzettiler. İkisi arasındaki benzerlik şudur; Cenâb-ı Hak celle şânühû, kenz-i mahfiliği hâlindeki bu mertebe (Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu)l mefhûmuna uygun olan mertebedir., işte bu mertebede iken her bir isim, kendi özelliklerine uygun şekilde Hak'tan zuhûr taleb edip vücud sâhasına gelmek istediler.

Cenâb-ı Hakk'ın onları bâtın mertebesinden zâhire çıkarması, sanki sıkıntıyı atması demek olur. Nitekim teneffüs eden kimsenin içinde habsolmuş olan sıcak hava dışarı çıkmayı gerektirir, meydana çıkınca teneffüs eden şenlenir, rahatlar. İşte bu mevcûdâta "nefes-i rahmânî" denmesi bu bakımdandır. Cenâb-ı Hak zuhûru itibâriyle "zâhir”in kendisidir. Aynı şekilde bütûnu itibâriyle "bâtın”ın kendisidir. O, isim ve sıfatlarıyla dâimâ bu a’yanı âlemde tecellî etmektedir. O'nun isimlerinden bazısı eşyanın var olmasını gerektirir, bazısı da yok olmasını gerektirir. Nitekim Vâcid, Bâis, ve Hâlık îcâdı gerektirir; Mümît, Muhît, Muîd ve Kahhar îdâm ve fenâyı gerektirir. Ve Hak Sübhânehû bazen var olmayı gerektiren isimleriyle, bazen de yok olmayı ve zevâli gerektiren isimlerle tecellî eder; hattâ her anda her ikisiyle de tecellî edip durmaktadır. Yâni bütün eşyâ her an yokluğa dönüp, Hakk'ın Bakâ sıfatıyla yine o anda var olmaktadır. Bu varlıktan soyulma ve giyinme dâimâ vâkîdir. Zîra bütün mevcûdat "araz”dır ve: "Araz iki zamanda bâkî olmaz” düstûru gereğince, iki zaman bâkî durmaz velâkin âlem halkı bu sırra vâkıf olmaz. Nitekim Allah buyurur: "Onlar ki yeni bir yaratma husûsunda şüphe içindedirler.” (Kaf, 50/15).

Şöyle bir sual sorulabilir: Bâzı şeyler aynı şekilde bir üslûb üzere istikrarlı görünüyor; tek bir halde iken fenâ ve bakâ nasıl düşünülebilir? Cevap şöyledir: Onların dâimî olarak istikrar üzere görünmesi teceddüd-i mütemâsile (benzer şeylerin yenilenmesi) ve taayyün-i mütevâfika (uygun şeylerin belirlenmesi)nin bir gereğidir. Akan su buna bir misaldir. Akmakta olan sudan bir mikdar akıp geçse, derhal onun yerine, onun benzeri başka bir mikdar arkasından gelir ve devamlı olarak aynı şekildeymiş gibi görünüp gider. Her ne kadar duyu, parçaların birbirine benzemesi yüzünden, ikinci parçayı birinci parçanın aynı zannederse de, sağlıklı akıl ve açık keşif bunun aksini kabul eder. Mesnevî:

Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.

Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse, ömür de pek çabuk akıp gittiğinden daimî bir şekilde görünür.

Ucu yanan bir dalı sallasan ateş gözüne upuzun görünür.

Bu ömür uzunluğu da Tanrı’nın tez tez halk etmesindendir.

Yukarıdaki yazı Vefa Yayınları’ndan çıkan Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 30-33)

Diğer Alıntılar