Savaş ve Barışın Metafizik Kökenleri - William C. Chittick

 Mehmet Serhat Yılmaz -   21 Mayıs 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

İslâm'ın halklar ve insanlar arasındaki sulh düşüncesini anlayabilmek için Tanrı ile oluşturulması gereken barış hâlinin (selâm) ilk anlamını hakkıyla kavramalıyız. Kur' ân' a göre Tanrı ile barış hâli, savrulma ve dengesizliğe yönelik her şeye karşı 'savaş' hâlinde olmayı gerektirir. Rahmet ve Selâmet olan Merkez'e doğru bir hareket ve Merkez'den uzaklaştıran her türlü güce karşı kararlı bir karşı çıkış gerekir. Başka bir ifadeyle, Tanrı ile barış hâlinde olmak içimizde bizi Tanrı'dan uzaklaştıran güçler olan gaflet ve hevâ ile savaş hâlinde olmaktır.

İlk mertebede Tanrı ile barışık olmak kaçınılmaz olarak iyidir, fakat Tanrı'dan başkasıyla barışık olmak, bu başkasının doğasına bağlı olarak iyi de olabilir kötü de. İkinci mertebede de aynı şey söz konusudur: Halklar ve insanlar arasındaki sulh herkes için iyi olmayabilir, çünkü barış ancak muhtelif güçler arasında belli ölçüde dışsal çatışmasızlık demektir. Barış hâlinde olmanın iyi olduğunu söyleyebilmek için çatışmasızlık halindeki güçlerin doğalarını bilmemiz gerekir. İster Kur'ân'da hevâ olarak geçen içsel yönüyle olsun, isterse 'bu dünya' olarak geçen dışsal yönüyle olsun, barış eğer dağılma ve dengesizliğe rıza göstermek ve teslim olmak anlamına geliyorsa iyi bir şey olamaz. Bu içsel ve dışsal savruluş hareketi İblis'in kişiliğinde tecessüm eder, çünkü o İçimizde olduğu kadar dünyada da faaliyet göstermektedir.

Eğer barış her durumda iyi değilse, o zaman savaş da kaçınılmaz olarak kötü değildir. Savrulma ve dengesizliğe karşı savaş, Tanrı ile barışı tesis etmek için verilen mücadeledir. Savaş eğer denge ve uyum getirecekse iyidir. O hâlde, mesele savaş ya da barış hâlinde olma meselesi değildir. Bu dünya nispîlikler ve karşılıklı ilişkiler âlemi ise savaş da barış da her zaman olacaktır. Mutlak barış ve esenlik Tanrı'dır, O'ndan başka her şey ise her zaman ve aynı anda hem savaş hem barış hâlindedir. Mesele bu şeylerin neyle barış, neyle savaş hâlinde olduklarıdır. Savurucu eğilimlerle barış hâlinde, dengeye karşı savaş hâlindeler mi yoksa savrulmaya karşı savaş, uyum denge ve adâletle barış hâlindeler mi? Gerçek şu ki, insanların çoğu bu dünyanın doğal hareketini, yani kendilerini unutuş nehrinin uzaklara sürükleyen ve Merkez'den uzaklaştıran akışını takip ederler.

“Bu dünya ile barış hâlinde olma”nın “yaratılışla barış hâlinde olma” ile aynı şey olmadığını bilmek önemlidir. Aslında bunlar dairenin karşıt noktalarında yer alırlar. Bu dünya ile barışık yaşamak insanı yaratılmış âlemde Tanrı'dan uzaklaştıran eğilimlerle uyum hâlinde olmak; yaratılışla barışık yaşamak ise İlâhî Birlik ve Barış'a katılmış bir biçimde Allah'ın halifesi olarak davranmaktır. Bütün yaratılmış şeylerin uyum ve dengeye tâbi olmasına katkıda bulunmaktır.

[Bu noktada şu dört husustan bahsedilebilir:] Tanrı ile barış ve dünya ile barış, Tanrı için savaş ve Tanrı'ya karşı savaş.

İslâm barışı insan hayatının bir amacı olarak Tanrı ile birlikte ve Tanrı'da görür. Yine Tanrı'nın düşmanlarına özellikle insan nefsinin arzu ve isteklerine karşı yapılacak savaş olmadan bu barışın sağlanamayacağını savunur. İnsanlar Tanrı'dan uzak kaldıkları sürece barış hâlinde olamazlar. Allah'la birlikte -ve böylece tam insan- olmak için kendilerini Allah'ın halifeleri olarak görevlerini yerine getirmekten alıkoyan her şeye karşı mücadele etmelilerdir.

Ancak büyük insanlar -peygamberlerle Allah'ın hoşnutluğunu ve yakınlığını kazananlar- Allah'la barış hâlindedir ve kalpleri O'nunla “huzur ve sekînet” hâlindedir. Fakat Hz. Muhammed'in hayatının da gösterdiği gibi, insanın içindeki bu barış hâli onu dışarıda çaba ve gayret göstermekten alıkoymaz. O, içsel ve büyük cihadı kazandıktan çok sonra dışsal ve küçük cihadı sürdürmek zorunda kaldı. Daha da önemlisi (namaz, oruç gibi) daha büyük dışsal cihad türlerini bir an bile bırakmadı. Bu yüzden Müslüman otoriteler cihad / mücâhedenin Allah'ın insanlara dinî görevler yüklediği âlemde var oldukları, yani bu dünyada yaşadıkları sürece farz olduğunu söylerler. Barış Yurdu'na ulaşana kadar tam ve eksiksiz barış hâli sağlanamaz.

Savaş ve çatışma insanoğluyla bu dünyada birliktedir, çünkü onlar da bütün yaratılmış şeyler gibi fâni ve yok olucudur. Bütün mahlûkatın değişken doğası karşıtlık ve çatışmaya sebep olur. Bu karşıtlığı anlamak için insanlar Barış'la, İlâhî Hakikat'le uyumlu hâle gelmelilerdir. Barış için doğru davranışlarda bulunarak ve böylece bozulmayı engelleyerek dünyaya nispî barışı getirmek üzere mücadele edebilirler. İnsanların insan olarak kalabilmesi için içsel ve büyük cihada girişmekten başka seçenekleri yoktur. Emanet’i taşımazlarsa unutan, nankör ve sorumsuz inkârcılar olarak kalırlar ve sonları 'ateş' olur ve bu ateş de Allah yolundaki mücadelede mağlup oldukları savaşı ve çatışan güçleri şiddetle içine çeken dev girdabı tasvir etmek için son derece uygun bir imgedir.

Bu dünyanın savaş ve çatışmayla dolu olduğu gerçeği Allah'ın gazabını her zaman geçen rahmetinin bir işaretidir. Savaş ve çatışma insana barışın ancak Allah'a mahsus olduğunu hatırlatır. İnsanlar barışı istiyorlarsa daha iyi bir toplum ya da daha mutlu bir dünya kurmaya dair ne kadar büyük bir vizyon sahibi olurlarsa olsunlar kendileri için değil, Allah için cihad etmelilerdir. Bu savaşı kendi düzeyinde kazanma arzusu karmaşa ve düzensizlikten başka bir sonuç getirmez. Çabaladıkça çabalayanları kendisine çeker. İnsanlık tarihinin son iki yüzyılı bu hükmün apaçık kanıtıdır. Bugün insan soyunu tehdit eden yok edici meseleleri çözmek için insan soyunun kendi sorununu çözmemiz gerekir. Başka bir ifadeyle, dünyada gerçek barışa ulaşmak için onu önce kendi içimizde bulmamız gerekir.

 

Yukarıdaki yazı Okuyan Us Yayınları’ndan çıkan Âşığın Aynası başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 239-240 ve ss. 243-244)

 

Diğer Alıntılar