İnsan Olmak William C. Chittick

 Mehmet Serhat Yılmaz -   23 Nisan 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Âlemdeki her şey arasında sadece insanların vücudun tam tecellisini tecrübe etme potansiyelleri vardır. İlahî sureti gerçekleştirmek için insanlar, kendilerini vücuddan ayıran sınırlı bilinçlerini terk etmek zorundadırlar. “Kulluk” ile Allah’ın iradesine boyun eğerler ve tek gerçek sahiplerine, Hakk’a geri dönerler. Bâtıldan fâni olma demek Hakk ile bekâ bulma demektir. Bu “Hakk” ise kendini kulda tecelli ettirdiği müddetçe kesinlikle vücud’dur. Bu ise insanların yaratılmış olduğu ve bir şekle sahip olmayan ilahî surettir.

IX. Yüzyıl sufilerinden meşhur Ebu Yezid Bestami, Allah’ın kendisine “Nefsini terk et ve öyle gel!” diyerek hitap etmesine kadar Allah’a ulaşamadığını söyler. İbn Arabî bu sözü şöyle açıklar: “Allah, ona nefsinin suretinden, Allah’ın Âdem’i yarattığı Hakk’ın suretine dönmesi davetinde bulunmuştur. Hakk’ın dışında bağlı olduğu her şeyi bırakması sonucunda nefsin kabul edeceği tek suret budur”

Manevi yolculuğunda, yani miracında Hz. Muhammed’in ayak izlerini takip ederek semanın katlarını geçip Allah’ın huzuruna çıkartılan İbn Arabî, bunu anlatırken kendisine bahşedilen son gerçekleştirmeyi anlatır. Kendisinin vücudun tam tecellisinden başka bir şey olmadığını görür: “Miraç ile tüm ilahî isimlerin gerçekleştirilmesine ulaştım. Bu isimlerin hepsinin tek bir Müsemma ya da tek bir Zât’a nasıl geri döndüklerini gördüm. Bu Müsemma müşahede ettiğim şey ve bu Zât ise vücudumdur. Bu yüzden manevi yolculuğum yalnızca nefsimde olan bir şeydi.”[1]

Bilinç vücudun en belirgin niteliklerinden birini temsil eder. Kendi ilahî suretini gerçekleştiren kimseler tam insan bilincine ulaşırlar. Ebu Yezid "nefsini terk edip” Allah'a geldiğinde, cehaletin sınırlamalarının ötesine geçerek, kendini sonsuz ve tekrarı olmayan tecellilerinin altında Allah'ın zuhuruna dönük bir yüzü (vech) olarak görür. Bu makam mükemmelliğe ulaşan ve sayıları çok az olan bir grup insan tarafından gerçekleştirilir. Burası tüm insanlığın yaratıldığı fıtrattır. Şeyh'in görüşüne göre, sadece bu kimseler kelimenin tam anlamıyla insan ismini hak ederler. Diğer kimselerde ise mikrokozmosun dağılmış nitelikleri, yani hayvanlar âleminin çeşitli türleri şeklinde temsil edilen nitelikleri hâkim özellikler olarak kalır. Bu sebeple nefs, icmale ait olan ilahî suretin birliğinin niteliklerinden tam olarak faydalanmaz.

Birliğe ulaşan insan-ı kâmiller, kayıtlılık düzeyinde kayıtlı olmaktan uzak olarak vücudun tecellilerinde yaşarlar. Hakk'ın Zâtında bulunduğu şekliyle vücudun tüm niteliklerini gerçekleştirirler. İnsan-ı kâmillere hiçbir nitelik atfedilemez, çünkü bu veya şu değillerdir. Ancak insan-ı kâmiller, ne bu ne de şu olup, hem bu hem şu olurlar. İnsan-ı kâmiller sadece yaratılmış sınırlamaların ötesinde değil, Allah'ın iki elinin (birlik ve çokluk, rahmet ve gazab, cemal ve celal, benzerlik ve karşılaştırılamazlık) herhangi birinin hükmü altında da değillerdir. “Mükemmellik ehli olan kimseler tüm makamları ve hâlleri gerçekleştirmiş,  bunların ötesinde, yani hem celal hem de cemalin ötesinde bir makama geçmişlerdir; bu yüzden insan-ı kâmillerin, herhangi bir sıfatı veya hududu yoktur.”

Genellikle Şeyh, Makamsızlık Makamı'na ulaşmayı zıtların birleştirilmesi (coincidentia oppositorum; cemü'l-ezdad) olan Allah'ın sıfatlarının gerçekleştirilmesi şeklinde ifade eder. Allah isminin suretini sadece insan-ı kâmiller tam olarak gerçekleştirdiği için "Allah Ehli" olarak adlandırılmaya da sadece onlar lâyıktır. Her zıt sıfatı sergilerler, çünkü Evvel ve Ahir, Zâhir ve Bâtın (57:3) olan vücudun fıtratını insan-ı kâmiller gerçekleştirir.

Allah Ehli olanlardan başka âlemde hiç kimse zıtları bir araya getiremez; çünkü zıtları bir araya getiren O olmuşlardır ve arif O'nunla bilir. Çünkü Bir tek Zât'a ve iki farklı ilişkiye göre değil bir tek ilişkiye göre, O hem Evvel’dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın’dır. Bu yüzden akıl kategorilerinden ayrılmışlardır ve akli kuvveleri insan-ı kâmilleri tahdit edemez. Onlar Hakk Olanlar, Allah'ın kendilerine verdiği şahit ile Hakk'ı doğrulayan Muhakkiklerdir. Buna göre O/O Değildirler, çünkü Attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı. (8:17) O ispat ve nefy edilir.

Makamsızlık Makamı, mutlak icmali, saf birliği, hakiki bilinci, eksiksiz hürriyeti, kayıtlı olmaktan kurtulmuşluğu ve Hakk'ın tecellileriyle aynılık içinde her çeşit zıt niteliği bir araya getirir. Bu makamda tecrübe edilen bilincin mahiyeti sadece karşılaştırma ve metaforlarla ifade edilebilir. Günlük dil bu makamı asla ifade edemez; insanlar bu makamın ışığının parlaklığıyla kör olurlar. Aslında insan-ı kâmillerin müşahede ettikleri Işık, âlemin karanlığında sonsuza kadar parlar; ama insanların bu ışığı görmelerin engelleyen tek şey beşerî yetersizlikleridir.

Yukarıdaki yazı Kaknüs Yayınları’ndan çıkan Hayal Âlemleri başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 94-96)

 


[1] İbn Arabî’nin öğrencisi Sadreddin Konevî mana âleminde benzer bir deneyimini anlatır ve bu makama ulaşan ve ayan-ı sabitesi olmayan kimseyi nasıl gördüğünü açıklar, Vücudun kayıtsız hakikatinin tersine ayan-ı sabite bir şeyin sabit ve kayıtlı hakikatini temsil ettiğine göre, ayan-ı sabitesi olmayan kimse İnsan'ı müşahede etmiştir. Bu da Hakk'ın kendisidir. Konevî'nin kendi sözleri şöyledir: "Hakk bu müşahedeyi bana lütfettiğinde, müthiş bir müşahede yerinde buna sahip olan kimsenin ayan-ı sabitesi ve hakikati olmadığını gördüm, Burası o kimsenin Hakk'ın sureti olduğu bir makamdır. Bunu müşahede eden kimse ve Rabbi'nden başka herkesin vücud giysisine büründüğü belli bir ayan-ı sabitesi vardır" (al-Nefahat al-llahiyye, s.305).

Diğer Alıntılar