İnsanın Evren İçindeki Yeri ve Zahiri Değişim İçindeki Süreklilik-3 Seyyid Hüseyin Nasr

 Cihad Demirci -   15 Kasım 2020

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

İNSANIN EVREN İÇİNDEKİ YERİ ve ZAHİRİ DEĞİŞİM İÇİNDEKİ SÜREKLİLİK-3

Seyyid Hüseyin Nasr

Türkçesi: Prof. Dr. Sadık Kılıç

Şayet Ptoleme'nin küreleri, insanın, var olmanın üstün halleri içindeki konumunu simgeliyorsa, bizzat modern astronominin galaktik uzayı da, nisbi olanın bizzat sınırsız karakterini, samsara okyanusunun genişliğini simgeler; o bizzat, insan zekasının, sınırsızdan (indefini) ziyade Sonsuz'u (Infini) tanımak için yaratılmış olduğunun delilini oluşturur. Daha dolaysız bir anlamda, tabiat olgularının sembolik anlamı, bunlara uygun düşen bilimsel teorilerden söz etmeksizin- nesnelerin ve insanın kozmosla olan ilişkilerinin daimi olan bir vechesini temsil eder. İşte, tabiat olgularının sahip olduğu sembolik bir bilimi, yani aşkını (perenne) bir değer ve daimi bir önemi muhafaza eden ve gnümüzde, tabiatın salt niceliksel bilimleri ile onların uygulamaları hem insanın hem de tabiatın var oluşunu tehdit ettikçe daha büyük bir anlam kazanan geleneksel bir kozmoloji kurulabilir! Yine insanla evren arasındaki ilişkinin daimi bir diğer unsuru da, -en azından, durumun muayyen bir yönünden- tabiatın insana tezahür biçimidir. Bu gün modern insan, bizzat tabiatın kendisinin sürekliliği değiştiği, netice olarak insannı da değişmesi gerektiği bahanesiyle, bütün toplumsal, politik ve hatta dini kurumları değiştirmeye çalışıyor. Ne var ki bu, gerçeğin tamamen tersinedir. Şayet insan, sadece tabiattaki değişmeyi görüyorsa bu, onun mentalitesinin, daimi ve değişmezin derinliklerindeki (sabitleyici) demirini (ancre) kaybetmesinden ve onun bizzat, sürekli olarak değişen hızlı bir fikirler ve imajlar ırmağına dönüşmüş olmasındandır. Tabiatta, modern insan evrimden başka bir şey görmemektedir; o, tabiatta bunu hiç gözlemlemeden önce aklından evrime inanmaya başlamıştır. Bunun için evrim, tabiatın (objektif ve bilimsel bir biçimde) gözlemlenmesinin değil, fakat baki/daimi (immuable) olana her türlü yaklaşabilme imkanından kopuk olan seküler bir anlayışın ürünüdür; ve bu anlayış (mentalite) harici tabiata, kendi öz hareketli doğasını görmeye başladı. Çünkü insan da tabiatta daima, bizzat kendisinin yansımasını ve bizzat kendisi demek olan algılayışı görür. Şayet biz, etrafımızdaki dünyayı incelersek, şunu görürüz ki, gerçekte, içinde insanların binlerce yıldan beridir süreklilik müşahede etmiş oludğu yeryüzü muhiti genel karakterleri bakınından değişmemiştir. Güneş doğmaya ve onda ilahi Aklın (Intelect divine) sembolünü görmekte olan Antik Çağ ile Orta Çağ'ın insanları için de aynı olan koşusunu devam ettiriyor. Tabii formlar, önceki çağlardaki gibi aynı düzenlilik ve aynı süreçlerle meydana gelmeyi sürdürüyorlar. Gülün ne taç yaprağı, ne kokusu, Dante ve Shakespeare onları terennüm ettiklerinden beri değişti!. Ve aslında, insan da biyolojik olarak beşeriyet tarihinin başından itibaren evrimleşmedi; bu nedenle, günümüzün insanları, sürekliliğe ve aşkınlığa inanan eski insanların, biyolojik olarak aynısıdırlar. Eğer modern insanlar buna inanmaktan vazgeçmişlerse , bunun için, kendi öz biyolojik veya tabii evrimlerinden başka bir bahane aramaları daha iyi olacaktır. İnsana göründükleri haliyle tabii fenomenlerin bu sürekliliği konusunda, geleneksel bakış açısı ile, tamamen tersi olan modern bakış açısı arasında çapsal (diametrale) bir aykırılık bulunmaktadır.

Bu gün, herşeyin değişmekte olduğu değerlendirilmesinde bulunulur ve yine de, "tekbiçimci" (uniformitariste) hipotez jeolojide, paleontolojide ve hatta antropolojide, tam ispat edilmiş bir yasa olarak kabul edilebilecek bir kesinlikle kullanılır. Bir taraftan bize, yasaların tek biçimli kaldıkları söylenir, biz de böylece, "bir milyar sene" ifadesiyle neyi kastettiğimizi tam olarak görmeksizin, milyarlar ve milyarlarca sene önce meydana gelmiş olaylardan bahseder dururuz. Diğer taraftan bize, bugün için bir "tabiat kanunu" olarak görünen şeyin zaman içinde veya özel şart ve durumlarda değişebileceği imkanı düşünülmeksizin, tabiatın her zaman değiştiği söylenilir. (Oysa) şayet biz su üzerinde yürüyemiyorsak, bunda, şu ya da bu velînin yahutta peygamberin de geçmişte bunu yapamamış olduğuna dair mantıki bir kanıt yoktur. Tabiatın geleneksel olarak kavranılışı, durumu tamamen tersine çevirir. O, değişimin yerine sürekliliği geçirir; tabii şartların tekbiçimliliği ve değişmezliğinin yerine, niteliksel değişimi koyar. Tabiatın değişen süreçleri, tekrar fiili sayesinde, zaman ile süreci ebedilik imajında bütünleştiren daimi etkenler gibi değerlendirilirler.

Tabiatın görünür tek biçimliliği de, aynı modellerin basit bir tekrarını değil, ama daha ziyade aynı anda hem kozmosdaki hem de beşeriyet tarihindeki farklı çağlar arasında bulunan niteliksel farklılıkları gösteren çevrimler (cycles) teorisi, Hinduizmin yugaları (yugas) veya İslami bazı kozmolojik ekollerin al-akwar (zamanın dürülüşleri anlayışı)'ı tarafından değişikliğe uğratılmıştır. Bu iki realitenin modern dönemde tersine çevrilmesi, nasıl niteliksel farklılıkların farklı çevrimlerde gerçekleşmesi (anlayışı) nı yıkmışsa, tabiatta süreklilik görmeyi de yıkmıştır. Ne var ki, bizzat bu tersyüz etme, kozmik çevrimlerin gerçekliğini ispat eder ve ancak -özellikle şu anda içinde yaşamakta olduğumuz periyodu ilgilendiren çevrim bakımından- bütün sahih geleneklerin kendi bağlılarına öğrettiği şeyin doğrulattırır. Sadece bu sebeple değil midir ki, mitolojinin veya doğal tarihin eski eserleri, eski tabii çevri ile bizimki arasında niteliksel bir kozmik vasıta (medium) farkı bulunduğu gerçeğinin ışığında kavranılabilecekken, anlaşılmaz oldular veya en iyimsel bir şekilde, tamamiyle psikolojik bir biçimde yorumlandılar! (Çünkü) o zaman henüz, madde ile ruh arasında, bugün bizim bildiğimiz açık seçikleşmenin aynısı, vuzuhun aynısı ve ayrışmış olmanın aynısı bulunmamaktaydı. Thales'in suyu hala, tabiata hayat veren ruh ile doluydu; gerçekteyse o, nesnelerin ruhi-fiziki dayanağını sembolize ediyordu. Bu su (anlayışı), Lavosier'in yirmidört asır daha sonra üzerinde deneylerini yapmakta olduğu Descartes sonrası (postcartesienne) ölü madde anlayışından da tamamen uzak idi. Bununla beraber, bu değişme ile süreklilik arasında ve bu bakış açılarının tersyüz edilmesinde daima aynı kalan bir unsur bulunmaktadır: Niteliksel bazı farklılıklar bir yana, tabiat olgularının insana görünüş biçimi.

-Devamı var-

Yukarıdaki yazı Seyyid Hüseyin Nasr; "Tasavvufi Makaleler", İnsan Yayınları, İst. 1997, s.97-108'den alınmıştır.

Diğer Alıntılar