Köşk

 Kalbe Vukuf -   Ebubekir Koçak -   18 Aralık 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Çekicini gürz gibi kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Şimdi her ne kadar yeni sağlam duvarlar örmeye kalksa da bunu yapma sebebinin onun gidişine olan öfkesi olduğunu içten içe biliyordu. Belki de o tekrar gelirse içeri giremesin diyeydi bunca çaba. Bu yıkık dökük binayı elden geçirmek elzemdi. Elinde çekiçle geziyordu. Çekiç sanki vücudunun bir uzantısı oluvermişti. Her bulduğunu bununla yontup inşasında kullanmaya çalışıyor dahası her meseleyi bu çekiçle hali yoluna koyabileceğine inanıyordu.

Elindeki çekici taşa vurdukça rahatlıyordu. Yonttuğu taştan düşen her parça endişelerinden kopuyor gibiydi. Bir de taşı yerine oturtunca ayrıca rahatlıyordu. Madem burada oturacaktı zapt edilemez bir kale gibi sağlam olmalıydı. Aksi halde başını sokacak kadar yerinde kalmaya devam ederdi. Rüzgarlar, seller oturacak hal bırakmadığından yıkılmaz, aşılmaz, aşınmaz duvarlardan muhkem bir inşaya girişmişti. Özellikle misafir olduğunu sonradan anladığı o kişiyi içeri almasıyla harabeye dönmüştü yapı. Oysa nasıl da onunla aynı çatıyı paylaşabileceklerini düşünmüştü. Üstelik onun beğenisini kazanabileceğini düşündüğü aklına eseni yapmıştı. Sevdiği kıymet verdiği ne varsa ısınmak için baş köşedeki ocakta yakmıştı. Miskinlik yaptığı, üzerinde uyumaktan pek keyif aldığı konforlu koltuktan başlamıştı ilkin. İçeride yanacak bir şey kalmayınca duvarları sökmeye başlamıştı en nihayetinde. İşe iç duvarlardan başlamıştı. Tüm odalar birleşip tek göz haline gelmişti. Önceleri gülmek için bir odaya giriyorsa ağlamak için bir başkasını kullanırdı. Misafir odasına da gerek kalmamıştı. Artık burada herkes ve her şey neredeyse misafirdi. Neyle veya kimle haşır neşir olduğunun önemi kalmamıştı. Nasılsa yitip gideceklerdi. Hayır bunları ocağa falan atıyor değildi. Yok olmaları için ocak gerekmiyordu artık.

Perdeyi kaldırmasıyla gözlerini kapattığı gibi başını sola ve aşağıya doğru, kalbine hu üfleyen derviş gibi eğmesi bir oldu. Birazdan ışığa alışınca bakarım düşüncesiyle pencerenin önünde kapalı gözlerle bir süre dikildi. Fakat nafile... Her gözünü açmaya çalıştıkça aynısı oluyor ne kadar kendini zorlasa da gözlerini açmaya gücü yetmiyordu. Bir kaç saniyeliğine de olsa baktığı pencereden görebildiği hiçbir şey yoktu. Işığın karanlığına bakar gibi oluyordu. Düşünmeye yeltenince elinde beliren çekicini salladı salladı. Saydam bir geçirgen gibi olan camı kırmaya muktedir olamadı. Her müşkülünü çözemeyeceğini anladığı çekici eliyle yana indi. Çaresizce perdeyi kapattı. Oysa evvelden her şeyi bu pencereden seyrederdi. Dilek ve dua için geldiği odanın penceresiydi bura. Bir sonraki gelişinde manzaranın tam da istediği gibi değiştiğine defalarca şahit olmuşluğu vardı. Her defasında zamanla olmuştu ama bu. Dünyayı gözü görmez olmuştu.

Arka bahçeye gitti. Burası kimsenin kendisini göremeyeceği saklı mekanıydı. Ne zaman bir konu hakkında uzun uzadıya düşünmek istese buraya gelirdi. Hemen her gelişinde bahçeyi değişmiş bulurdu, yine öyle oldu. “Bir de bunun için gelmeli” diye düşündü. Bahçeyi nasıl olur da her gelişinde değişmiş bulurdu? Kışın ortasında nar çiçekleri açar, yaz sıcağında kar yağdığı olurdu. İşin daha ilginci hangi konuyu düşünmek istese bu bahçe kendisine o konuda ürünler verir, bahçenin havası suyu ona göre şekil alırdı. Güzel gerçi barınağın da bahçeden pek farkı yoktu. Ne zaman aklına kötü düşünceler gelse o dakka barınağın içinde nereden geldiğini bilmediği sinekler görürdü. Hatta bunu karar alırken kullanır olmuştu. Ne vakit sinek görürse üzerinde düşündüğü konuda bunu hayır cevabı olarak kabul ediyordu. Kelebek bal arısı ise evet anlamı taşıyordu. Sıkıntılı günlerinde barınağın kırık dökük duvarları üstüne üstüne gelirdi. Mutlu zamanlarda ise havadar ve at koşturacak gibi genişleyen barınağın tüm evreni kapladığını sanırdı.

Ne olmuştu da gözü kulağı olan pencereden bakamamıştı? Oysa barınak dolu iken hiç böyle bir olayla karşılaşmamıştı. Ne zaman ki ne var ne yok kurtuldu o vakit pencereden bakamaz olmuştu. Benliğini kuşatan sorularla bahçeye gelmişti. Hayretle çevresine baktı. Hiç evet hiç bir şey yoktu sorularına cevap olacak. Hatta bahçe de tıpkı barınak gibi bomboştu. Sadece sicim gibi yağmur yağıyordu. Yağmurun altında sırılsıklam ıslandı. Bu boşluk ona eski bir kitapta anlatılan hoş bir hikayeyi hatırlattı.

Pencerenin olduğu yere geldi. Arkasından duvarın da geldiğini, bulunduğu yerin bir oda olacak şekilde daraldığını fark etti. Elinden yere düşen çekiç bir fırçaya dönüşüverdi. Fırçayı aldı ve pencerenin tam karşısındaki duvarı fırçalamaya başladı. Herhangi bir boya yoktu fırçada. Günlerce deli divane, duvarı fırçalamaya devam etti. Bazı günler perdeyi açıp duvara bakıyordu. Haftalar mı seneler mi geçti anımsamıyor fırçalamaya devam ediyordu. Yine bir gün duvarı fırçalamaya yeltenmişti ama fırçanın da yok olduğunu anladı. Perdeyi açtı. Dağa bakan Musa gibi oracıkta düştü bayıldı.

Diğer Yazılar