Şathiye'ye Dâir

 İlme Vukuf -   Alirıza Farımaz -   25 Ekim 2021

 

İlmi gelenekler kendi kavram dünyalarını kurarken sâir ilimlerin mevcut kavramlarını ya doğrudan ya da anlamını -genişletme, daraltma veya farklılaştırma yoluyla- değiştirerek sahiplendikleri gibi kendi mevzuları ve problematikleri doğrultusunda da yeni kavramlar üretirler. Kavram üretimi süreci yoğun biçimde bir ilmin teşekkül döneminde görülse de tarihsel süreçte gelişen farklı dinamikler ve yaklaşım değişiklikleri sebebiyle süreklilik arz eden bir yöne de sahiptir. Tasavvuf da İslami ilimler arasında meşrûiyetini sağlamış bir ilim olarak kendi kavramlarını ve bunları merkeze alan anlayışını ortaya koymuştur. İslami ilimlerin diğer dallarıyla benzer yahut farklı anlamları kast eder şekilde pek çok ortak kavrama sahip olmasının yanı sıra hususi kavramları da bulunmaktadır. Bu noktada tasavvufun hiç şüphesiz nass merkezli gelişmiş zâhidâne ve mistik yaklaşımın temsilcisi olmasının etkisi büyüktür. Mistik öğelerin bulunduğu gelenekler kaçınılmaz şekilde aynı kaynaktan beslenen diğer ilimler açısından problematik addedilen hususlar da barındırmaktadır. Tasavvuf söz konusu olduğunda özellikle erken dönemden itibaren en önemli meselelerden biri şathiye mevzusudur. Bâyezid-i Bistâmî, Sehl et-Tüsterî, Hallâc-ı Mansûr, Ebu’l-Hasan Harakânî gibi meşhur sûfîlerin bazı kelamı etrafında dönen bu tartışmalar asırlarca lehte ve aleyhte görüşlerle sürdürülmüştür.

Şathın sözlükteki karşılığına bakıldığında sarsılma ve köpürme anlamlarına sahip olup kastın ne olduğu basitçe anlaşılmayan kapalı ve remizli ifadeler için kullanıldığı aktarılmaktadır. Şathiyenin kavramsal tanımı ise önemli olanın vecd halinde ve müstağrak bir şekilde, şahsi iradenin dışında, anlamın göz ardı edilerek söylenmiş olması ve bunun yanında zahiren akla ve/veya dine muhalif görünen ve iddia içeren bir söz olması şeklindedir. Kaynaklara bakıldığında sûfî ıstılahında zahir uleması şeklinde nitelenen fıkıh ve kelam âlimlerinin ekseriyetle bunları -zahirdeki şer’a muhalif anlamından dolayı- doğrudan tenkit ve reddettikleri görülürken, mutasavvıfların ise açıklamaya ve tevile gayret ederek kısmen veya tamamen savundukları anlaşılmaktadır. Şathiyenin -genelde kabul edilen tanımına göre- kişinin tabiatını değiştiren -ve kendinde olma hâlinden çıkartan- bir vecd hâlinin ürünü olduğu göz önüne alındığında bu sözlerin büyük oranda birinci tekil şahıs formunda dile getirilmekteyken, buna sebep olarak da kişinin bu hâlde iken Hakk’ın lisanıyla konuşması gösterilmiştir. Sûfî müellifler Hz. Musa’ya bir ağaçtan gelen “Ben, evet, ben âlemlerin rabbi olan Allah’ım” (Kasas, 30) şeklindeki nidayı aktararak ağaç ile insan benzeşimine de bu meselede yer vermişlerdir. Bu noktada en meşhur iki şathiye örneği de bu tarzdadır:

◦ Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Subhânî mâ a’zame şânî” sözü

◦ Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” sözü

Bir diğer form ise ilahi bir sıfatın birinci tekil şahısla ilişkilendirilerek kullanılması şeklinde olmayıp sair bir iddianın dile getirilmesi şeklindedir. Bu tarz şathiye örnekleri ilkine kıyasla çok daha fazla olup en meşhurları Ebu’l-Hasan Harakânî’ye aittir. Onun şathiyeleri Aynu’l-Kudât Hemedânî, Fahreddîn-i Irâkî, Abdurrahmân Câmî gibi önde gelen sûfî müellifler tarafından şerh edilip anlaşılmaya çalışılmıştır.

◦ Ebu’l-Hasan Harakânî’nin “Ene asğaru min rabbî bi-seneteyn” ve “Es-sûfî gayru mahlûk” sözü

Sûfîlerin bu konuya dair yaklaşımları değerlendirilirken şathiye konusunda kaleme alınan ilk şerhin Cüneyd-i Bağdâdî’nin (v.297/909) Şerh-i Şathiyyât-ı Ebî Yezîd el-Bistâmi isimli eseri olduğunun kabul edildiğini zikretmekte fayda vardır. Buradan hareketle şathiye mevzuunun erken dönem itibariyle gündemde olduğu görülmektedir. Yine redde yönelik değil de şerh/açıklama temelli bir yaklaşımın benimsendiği anlaşılmaktadır. Erken dönem tasavvuf klasiklerinden Serrâc-ı Tûsî’nin el-Lüma’sında şathiye örneklerine geniş bir yer vermesine karşın Kuşeyrî’nin ise er-Risâle’de meşhur şatahata yer vermemesi de müelliflerin ortaya koymak istedikleri tasavvuf anlayışının bir uzantısı olarak anlaşılmalıdır. Kuşeyrî’nin bu tavrını tasavvuf ve şeriat dengesi hususunda -kelâmî kaygıları gözetir şekildeki- genel yaklaşımı açısından tutarlı görmek mümkünken, Serrâc’ın ise temkin merkezli anlayışı doğrultusunda şatahât sözlerini bidayet hâli olarak tavsif ettiği görülmektedir. İmam Gazzâlî de İhyâ’da bu konuyu ele alırken şathiyeleri avam-havas dengesi bağlamında yorumlayıp bu tür lafızları avam için zararlı görürken sûfîleri ise bu sözlerle şahsi yahut beşerî bir ilahlaşma iddiasını taşımadıklarını belirterek savunmuştur.

Ruzbihân Baklî, bir kısım sûfînin şathiyelerini toplayarak “Şerhi Şathiyyât” başlığıyla kaleme aldığı eserde bunları şerh etmiştir. Baklî’nin bu eseri sûfîlerden kimlerin şathiyeleri bulunduğunu görmek açısından da önemli bir kaynaktır. Bu eserin önemli bir diğer özelliği de sırasıyla ayet, hadis, sahabe ve sûfî sözlerine yer vermesidir. Eserin ilk kısmında müteşabih ayetleri açıklamış, devamında yine müteşabih diyebileceğimiz anlaması zor hadisleri şerh etmiş son olarak da sûfî şathiyelerine yer vermiştir. Böylelikle şathiyelere ayet ve hadislerin ardılı şeklinde bir meşruiyet ve şerhe muhtaç hikmetler şeklinde bir kisve kazandırmıştır.

  • Kur’an’daki müteşabih ayetler için elif-lâm-mîm benzeri hurûf-ı mukattaa, Allah’ın vechi/yüzü, yedi/eli, istivâsı gibi hususlar zikredilmiştir.
  • Hadisler arasında zikredilen “Allah Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” vb.
  • Hz. Ali’ye atfedilen, “Görmediğim Hakk’a ibadet etmem” vb.

Müteşabih ayetler ve anlaması zor hadisler nasıl ki reddedilmeyip sadece ehli tarafından anlaşılacak kelamlar olarak addediliyorsa şathiyeler de benzer şekilde ehil kimselerce anlaşılacak yüksek hikmetler olarak tasavvur edilmiştir.

Hikmet tarzındaki kısa sözler formundaki şathiyelerin dışında tekke şiirinde de birçok şathiye örnekleri vardır ki bunlar daha çok mecazlarla kurulmuş anlatılar şeklindedir. Bu tarzdan bazı örneklere yer vermek gerekirse şunlar zikredilebilir:

  • Yunus Emre’den: “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu”
  • Hacı Bayrâm-ı Velî’den: “Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında / Bakıcak dîdâr görünür ol şarın kenâresinde”
  • Eşrefoğlu Rûmî’den: “Sanırsız Eşrefoğluyam ne Rûmîyem ne İznikî / Benem dâim ü bâkî göründüm sûretâ insan”
  • Niyâzî-i Mısrî’den: “On sekiz bin âlemi seyreyledim seyyârevâr / Kābe kavseyne eriştim sırr-ı ev ednâ benem”

Bunlar anlamsız ve karmakarışık hikayeler değil, tasavvufi hikmetleri barındıran ve anlamak için yüksek irfan gerektiren metinler olarak görülmüş sûfî müellifler de bu yaklaşımla zikredilen manzum şathiyeler ve benzerleri üzerine çok sayıda şerh yazmış ve muhataplarına açıklamaya çalışmışlardır.

Şathiyelerin niçin ortaya çıktığı ve faydası gibi sorular gündeme geldiğinde tasavvufun mahiyeti üzerine düşünmek gerektiği açıktır. Şahsi tecrübenin -seyr ü sülûk- merkezde olduğu ve büyük ölçüde aklî bir faaliyetin ürünü olmayan tasavvuf, kelama dökülüp bir anlatıya aktarıldığında nasıl bir dilin kullanılacağı önemli bir husustur. Çağlar boyu mistik tecrübelerin naklinde sembolik bir dil ve mecaz kullanımının merkezde olduğu görülmektedir. Farklı geleneklere ait pek çok kutsal metinde de bunun örneklerini görmek mümkündür. Bu husus sadece öğretiyi ehil olmayanlardan koruma amacıyla değil muhatabın ve üzerinde söz söylenen mevzunun yüksek seviyesinden de kaynaklanan bir durumdur. Sembollerin/mecazların yoğun kullanımı soyut bir mesele hakkında konuşulurken hem meselenin özünü korumak hem de somutlaştırmak açısından kaçınılmaz bir husustur. Bu durum anlatının günlük dil içerisinde kaybolmasına mâni olurken onu tarihsel perspektifin sınırlarına takılmaktan da korumaktadır. Sonraki dönemlerde yaşayan, şahsi tekamülünü tamamlamış kâmil insanlar da bu sembolik/mecazî dili yaşadığı dönemdeki muhataplarına aktarır ve metinde gizlenen hakikatler insanlarla bitişik ve birbirine bağımlı şekilde varlığını sürdürür. Ehil bir kimsenin yorumlamadığı mecazi ifadelerin bireysel gayretle yanlış anlaşılması da çok muhtemel bir sonuç olacaktır ki tasavvufî veçheden bakıldığında mürşidsiz bir tekamülü de güç ve neredeyse imkânsız kılan meselelerden biri de budur. Bu bağlamda şathiyeleri yüksek irfanî meselelerin yer aldığı metinler olarak da tasavvuf geleneğinin önemli bir parçası olarak görmek de yanlış olmayacaktır.

Sonuç olarak şathiyelere yapısal açıdan bakıldığında üç farklı tarzdan söz etmek mümkün görünmektedir. İlki -ve belki de en meşhur olanı- birinci tekil şahısla ilahi bir iddianın dile getirildiği sözlerdir. Anlaşıldığı üzere eleştirileri ve savunma dilini şekillendiren bu sözleri tevilin ve/veya kabulün zorluğudur. Burada sûfîlerin vecd hâlinin doğurduğu kendini kaybetme ve bu durumun öngörülemezliği üzerinden kurdukları anlatı makul ve başarılı görülmekle birlikte diğer şathiye türlerinin taşıdığı hakikatlere yönelik bir izahı içermemektedir. İkinci tür yine iddialı bir dille yüksek irfanî hakikatleri içeren sözler olup bunlar sûfî müelliflerce de çok ciddiye alınmış ve üzerlerine müstakil eserler yazılmıştır. Son olarak manzum formda söylenen şathiyeler vardır ki bunlar da sûfîlerin âlem-tanrı-insan ilişkisine dair görüşlerini kapalı bir üslupla ve mecazi bir anlatımla dile getirmeleri şeklindedir. Tasavvuf tarihi boyunca sûfîlerin şatahat örneklerine yönelik kendini kaybetmiş kişilerden sadır olan saçma sözler şeklinde değil, anlaşılması gereken hikmetler şeklindeki yaklaşımları dikkate değer bir husustur.

Bu yazıda Süleyman Uludağ’ın DİA’da yayınlanan “Şathiye” maddesinden, Ercan Alkan’ın “Harakānî’nin ‘Rabbimden İki Şey/İki Sene İle Eksiğim’ Sözünün Tasavvuf Literatüründeki Yorumları” başlıklı makalesinden ve Ethem Cebecioğlu’nun “Şatahât İbarelerinin Anlaşılmasına Doğru: Metodik Bir Deneme” başlıklı makalesinden istifade edilmiştir.

 

Diğer Yazılar