Elde Edilişi Farklı Olan Bilginin Niteliği de Farklılaşır - Mahmud Erol Kılıç

 Mehmet Serhat Yılmaz -   10 Eylül 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Tek tek ayrıntısına girmeden bütün ilim tasniflerine kuş bakışıyla baktığımız zaman bilgiye ulaşmanın yolları açısından başlıca şu iki ayrımın yapıldığını görüyoruz: Mantık ve istidlallerle bilgiye ulaşanlar (tariku ehli’n-nazar ve’l-istidlâl) ile riyazet ve nefisle mücahede tecrübesini yaşamak suretiyle ulaşanlar (tarîku ehli’r-riyâze ve’l-mücâhede), nazar yoluyla bilgiye ulaşanlar (tarîku’n-nazar) ile arınma yoluyla bilgiye ulaşanlar (tarîku’t-tasfiye). Elde ediliş şekilleriyle farklılaşan bilginin kendisi de bu tasniflerde ikiye ayrılarak anlatılmaktadır: Vehb yoluyla alınan bilgiler (ulûmu’l-vehb) ile ele geçirmek suretiyle alınan bilgiler (ulûmu’l-kesb), ancak ontolojik anlamda orada bulunmak ve bilgiyle özdeşleşmek suretiyle sahip olunacak bilgiler (ilmu’l-hudûrî) ile orada bulunmadan sırf okumak suretiyle alınacak bilgiler (ilmu’l-husûlî), manevi ilimler (ilmu’l-ma’nâ) ile maddi ilimler (ilmu’l-maddî), bâtıni ilimler (ilmu’l-bâtın) ile zahirî ilimler (ilmu’z-zâhir).

Bu ikili ayrımların pratiğe yansımasının en bariz örneğini İbn Rüşd’ün İbn Arabî’yle karşılaşmasında ona sorduğu şu soruda görmekteyiz: “Keşf ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey bize mantığın (nazar) verdiği şey midir?” İbn Arabî’nin bu soruya verdiği o meşhur paradoksal cevapta aslında kendi din felsefelerinde dikey metodoloji ve tümdengelimi esas, yatay metodoloji ve mantıksal çıkarımları ise ilkiyle irtibatlı ama tâlî olarak kullanmakta olan sûfî metafizikçilerle bunlardan yalnız ikincisini izleyen peripatetik düşünürler arasındaki en temel farkı görmekteyiz. Genç bir sûfî olarak İbn Arabî’nin bu soruya bir yönüyle “evet” ve bir yönüyle de “hayır” diye cevap vermesi sûfî metafizikçilerin sanılanın aksine ve diğerlerinin hilafına her iki metodolojiyi de kendi yerlerinde kullanmaya bir itirazlarının olmadığını göstermektedir. Çünkü İbn Rüşd’ün de itiraf ettiği gibi, “Sûfîlerin nazar hakkındaki görüşlerinde izledikleri yol nazarî bir yol (tarîk) değildir. Yani öncüllerden (mukeddemât) ve kıyastan mürekkeb değildir. Sûfîler gerek Allah bilgisinin (marifetullah) ve gerekse mevcudatın bilgisinin şehvani arızalardan tecrit esnasında nefiste açığa çıkan bir şey olduğunu, tıpkı bir fikrin talep edilen yere gelmesi gibi bir şey olduğunu ileri sürerler. Buna dinden birçok zahirî deliller getirirler. Mesela ‘Allah’tan korkun ki Allah da size öğretsin’ (Bakara 2/ 282), ‘Bizim için gayret sarfedeni biz yolumuza ulaştırırız’ (Ankebût 29/69), ‘Eğer Allah’tan korkarsanız O da size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir’ (Enfâl 8/29) gibi kastettikleri manada olduğunu zannettikleri birçok ayeti delil olarak getirirler.

“Biz de deriz ki varlığını kabul etsek bile bu yol avamın yolu değildir. Avamın ihtiyacı olan bu değildir. Eğer insanlar için seçilen yol bu olsaydı o zaman nazar tarikinin bâtıl olması icâb ederdi.” İbn Rüşd’ün bu ifadelerinden onun bu yolu prensip olarak kabul ettiğini fakat avama açık olmaması gibi pratik bazı nedenlerden dolayı tenkit ettiğini anlamaktayız. Hâlbuki sûfî müellifler Kur’an’da hem enfüsi hem de afaki iki tarzın da bulunduğunu, fakat Hakk’ı bilebilecek olan aklın dikey olan akıl (akl-ı meâd) olduğunu ileri sürerler. Yani sûfîler yüksek metafizik bilgisini keşf ve tecelli ile elde ederlerken tarlalarını akıl ve mantıkla sürerler. Hatta İbn Arabî metafizik konularda nazar ve burhanın her ne kadar nihai araçlar olmasalar da doğru kullanılmaları hâlinde bazen doğru araçları bulmaya götürebilir olduklarını da belirtir. Yani kimilerinin zannettikleri gibi sûfî muhakkiklerde akıl ve mantığın külliyen reddedilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Ne var ki iş Tanrı’yı bilmeye gelince bunları yetersiz bulurlar. Mevlâna’nın tabiriyle, “Aklın adını kötüye çıkaran akl-ı cüz’îdir.” (Akl-ı cüz’î akl râ bednâm kerd) yoksa onlar asla aklın bütününe karşı olamazlar. Sadece, Tanrı’yı bulmayı akl-ı cüz’îye havale etmeye karşı çıkarlar ve bunun boşuna bir uğraş ve vakit kaybı olacağını ileri sürerler. Çünkü onlara göre Hak aklî değil şuhûdîdir, aklî olan ise halktır. Diğer taraftan onlar da nazarı, mantığı, istidlali günlük işlerinde kullanırlar. Âlem-i emr’e ait nesnelerin bilinmesi için bu bilişsel araçlara başvururlar.

Bu yüzden, sufi muhakkikler ehl-i nazara nisbetle iki yöntemi de yerinde kullandıkları, yani biri yatay (afakî) diğeri dikey (enfüsî) iki türlü biliş melekesini de kabul ettikleri için “iki kanatlı” (zü’l-cenâheyn) olarak tanımlanırlar. Hatta ilginçtir ki tasavvufi yoldaki riyazet ve inzivalar sonunda ilk elde edilen keşfin adı “keşf-i nazarî” veya “keşf-i aklî” olarak isimlendirilmektedir. Tabii bilahare bu keşiflerin ardından sırasıyla “keşf-i nefsânî”, “keşf-i rûhânî” ve sonunda da “keşf-i rabbânî” mertebeleri gelecektir. Zaten İbn Arabî’nin el-Fütûhât’ta dediği gibi sonuçta “Nazarında isabetli olanlar keşf ehline muvafakat, nazarında isabetli olmayanlar ise muhalefet ederler.” İbn Arabî dinî ilimler metodolojisine dair ilginç tesbitlerde bulunur. Kitâbu’l-isfâr’da der ki: “Hakk’ta (fîhi) sefer edenler iki kısımdır:

i. O’nun hakkında akılları ve fikirleriyle sefer edenler ki bunlar sonunda yolu şaşırdılar çünkü kendilerine rehber olarak sadece kendi ‘fikirlerini’ aldılar. Bunlar feylesoflar ve onlara tabi olanlardır.

ii. İkinci grup ise O’nda yine O’nun tarafından sefer yaptırılan resuller, nebiler ve seçkin veliler yani Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Ebî Yezîd el-Bestâmî, Ferkad es-Sebehî, Cüneyd el-Bağdâdî, Hasan el-Basrî gibi zamanımıza gelinceye kadar bu yolda meşhur olmuş muhakkik sûfîlerdir.”

Çünkü ona göre Tanrı bilgisi ne rasyonel felsefenin çabalarıyla ve ne de bu felsefenin “dogma içerisinde yarattığı Tanrı” (ilâh-ı mu’tekad) düşüncesiyle elde edilebilir. İsbât-ı vâcib yöntemiyle Tanrı’nın ispatlanması diye bir şey onlara ters gelmektedir. Muhakkik sûfîlere göre ilâhiyat bilgisi veya teolojinin yöntemi ancak tümdengelimdir ve ancak Tanrı’nın yine kendisini bildirmesiyle olur. Aslında bu konu bilginin mahiyeti etrafında dönen epistemolojik tartışmalarla da irtibatlıdır. Bilgi alınır bir şey, kazanılır bir şey mi yoksa verilen bir şey midir? Mistikler ile rasyonalistleri bilginin mahiyeti açısından birbirinden ayıran en önemli fark burada yatmaktadır. Mistiklere göre esas bilgi varlık bilgisidir, yani ilâhî bilgidir. İnsan da yaratılışı itibariyle tanrısal emanetlere sahip bir varlık olduğu için bilgi onda mündemiçtir. Bu bilgi, zaten süjesinden ayrı olmadığı için bilen ve bilinen birliğinde ortaya çıkacak bir cevherdir. Bilgi insanda zaten verilmiş konumdadır fakat kendisinin açığa çıkmasını engelleyen unsurların ortadan kaldırılmasını beklemektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi muhakkik sûfîler kazanılan (kesbî) bilgiyi de inkâr etmezler fakat onu bilgiye giden yolda hazırlık çalışmaları olarak görürler. Bunlar ancak vehbî bilgiye götürdükleri oranında faydalıdırlar yoksa kişinin yolunu saptırmaktan başka işe yaramazlar. Işık olmaları gerekirken onu örten perdelerden bir perde de kendileri olurlar.

Bu yazı Sufi Kitap tarafından yayınlanan Tasavvufa Giriş başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 68-71)

Diğer Alıntılar