Geleneksel Simgecilik ve Modern Ampirizm - İbrahim Titus Burckhardt

 Mehmet Serhat Yılmaz -   09 Haziran 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Eski kozmogonilerin (evrendoğum-evrenin yaratılışının incelenmesi) simgeciliklerinin kelime anlamıyla, bire bir olarak alınması —ki bu anlaşılmadıklarını gösterir— nasıl çocuksu görünüyorsa, dünyanın kökenine ilişkin modern kuramların saçma olduğu da açıktır. Bu kuramlar gerçekten de saçmadır, ancak matematiksel formülleri nedeniyle değil, bir yandan kendilerini kozmik oluşumun en yüce tanıkları olarak gören, bir yandan da bizzat insan zihninin bu oluşumun bir ürünü olduğunu iddia eden yazarlarının cehaleti nedeniyle. Ezelî nebulayla —yeryüzünü, hayatı ve insanı türetmeyi istedikleri madde girdabıyla— kendini tahminler arasında kaybeden ancak yine de şeylerin mantığını kendi içinde keşfedeceğinden bu kadar emin olan bu küçük zihnî ayna (çünkü bilim adamlarına göre akıl bundan başka bir şey değildir) arasında ne bağlantı vardır? Sonuç kendi nedeni hakkında nasıl yargıya varabilir? Ve sabit doğa kanunları— nedensellik, sayı, uzay ve zaman kanunları— varsa, içimizde ‘bu doğru, bu yanlış’ deme hakkına sahip bir şeyler varsa, hakikatin garantisi nerededir, nesnede mi öznede mi? Zihnimizin doğası sadece kozmik okyanusun dalgalarının üzerindeki küçük bir köpük müdür, yoksa zamandan bağımsız bir gerçeklik kanıtının derinliklerinde mi aranmalıdır?

Söz konusu kuramların bazı elebaşları, öznel alana önyargıyla yaklaşmadan sadece fiziksel ve nesnel alanla ilgilendiklerini söyleyebilirler. Ruhu ve maddeyi Allah tarafından koordine edilen, ama aslında ayrı olan iki gerçeklik olarak tanımlayan Descartes’ın sözlerini aktarabilirler. Gerçekten de gerçekliğin bu şekilde su geçirmez kompartımanlara ayrılması, insanların zihnini, sanki bizzat insan gerçek olanın karmaşıklığının kanıtı değilmiş gibi, fiziksel düzene ait olmayan her şeyi bir kenara bırakmaya hazırlamaya yaramıştır.

Yeryüzünü etraflı ezelî okyanusla çevrili, üstü gök kubbeyle örtülü bir ada olarak tasvir eden Antikite insanı ve gök katlarını (merkez olduğu varsayılan) yeryüzünden İlâhî Ruh’un sonsuz küresine kadar uzanan ortak merkezli küreler olarak gören orta çağ insanı, duyumsanabilir evrenin hakiki düzeni ve oranları konusunda yanılmıştı şüphesiz. Öte yandan, —ve çok daha önemlisi— bu maddî (kesif) dünyanın gerçekliğin tümü olmadığının ve bu dünyanın, bu sefer Ruh’un içerdiği daha büyük ve daha lâtif bir gerçeklikle kuşatıldığının ve kaplandığının tamamıyla bilincindeydiler ve Sonsuz olanın karşısında, dünyanın bütün şümulüyle yok olduğunu dolaylı ya da dolaysız olarak biliyorlardı.

Modern insan, dünyanın sadece dipsiz bir uçurumda asılı duran bir top olduğunu, baş döndürücü ve karmaşık bir devinmeyle sürüklendiğini ve bu devinimi, dünyayla kıyaslanamayacak kadar büyük ve dünyadan çok çok uzaktaki gök cisimleri tarafından sağlandığını bilir. Üzerinde yaşadığı dünyanın akkor halindeki diğer yıldızların yanında kendisi de bir zerreden başka bir şey olmayan güneşle kıyaslandığında bir zerre gibi göründüğünü ve hepsinin hareket halinde olduğunu bilir. Bu sistemdeki bir düzensizlik, gezegen sistemimize yabancı bir yıldızın işe karışması, güneşin yörüngesindeki bir sapma veya başka bir kozmik kaza dünyanın dönüşünü aksatmaya, mevsimlerin düzenini bozmaya, atmosferi değiştirmeye ve insan soyunu yok etmeye yeterli olacaktır. Modern insan, en küçük atomun, serbest bırakılırsa bütün dünyayı anında yangın yerine çevirebilecek güçler içerdiğini de bilir. Modern bilimin bakış açısından, ‘sonsuz derecede küçük’ olanından ‘sonsuz derecede büyük’ olanına kadar hepsi, akıl almaz karmaşıklıktaki bir mekanizma oluşturur; bu mekanizmanın işleyişi ise sadece rastlantısal güçlere bağlıdır.

Buna karşın, günümüz insanı, doğanın normal ve alışılmış ritmiyle işleyeceği kesinmiş gibi yaşar ve davranır. Pratikte ne yıldız sisteminin uçurumlarını ne de bütün madde partiküllerinin içinde gizli olan korkunç güçleri aklına getirir. Yukarıdaki gökyüzüne, güneşe ve yıldızlara bir çocuğun baktığı gibi bakar, ancak astronomi kuramlarını hatırlaması bunlardaki İlâhî işaretleri fark etmesini önler. Artık onun için gökyüzü dünyayı kucaklayan ve aydınlatan Ruh’un doğal yansıması değildir. Bilimsel bilgi bu ‘naif ama derinlikli görüşün yerini almak ister; ama daha engin bir kozmik düzene, insanın da ait olduğu düzene ilişkin yeni bir bilinç olarak değil, bir yabancılaşma olarak, artık insanla hiçbir ortak ölçütü olmayan uçurumların karşısında tamiri mümkün olmayan bir düzensizlik olarak. İnsanla artık hiçbir ortak ölçütü yoktur, çünkü artık hiçbir şey insana, gerçekte bütün evrenin kendi içinde olduğunu hatırlatmaz; elbette kendi bireysel varlığı içinde değil, kendisinde bulunan ve hem kendisinden hem de bütün olgular evreninden daha büyük olan ruhun veya zekanın içinde.

Yukarıdaki yazı İnsan Yayınları’ndan çıkan Aklın Aynası başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 35-37)

Diğer Alıntılar