Hazret-i Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî’nin Dış Âlem Hakkındaki Fikri - Ferid Kam

 Mehmet Serhat Yılmaz -   14 Mayıs 2021

<br />
<b>Deprecated</b>:  stripslashes(): Passing null to parameter #1 ($string) of type string is deprecated in <b>/srv/disk10/3620466/www/vukuf.org/admin/functions/core.php</b> on line <b>169</b><br />

Büyük sûfîler gibi Hz. Şeyh de âlemin kendi nefsine göre ma’dum, Hakkın varlığı ile mevcûd olduğu kanaatindedir. Onun inancına göre âlem, her an değişmekte, Cenâb-ı Hak da ona daima tecelli etmektedir. İlk tecellinin sonunda âlem yok olmakta, ikinci tecelli ile beraber var olmaktadır. Fakat ikinci tecellinin çok süratli oluşu sebebiyle her iki tecelli arasındaki fasıla görülemez. Yani zamanın en küçük birimi bir sürede âlemin yok ve tekrar var olduğunun farkına varılamaz.

Bu hakikati bilmeyenler âlemi, “varlığı devamlı bir şey” olarak zannederler. Hâlbuki cevher olsun araz olsun âlemin bütünü daima değişken, her değişkenin taayyün ve zuhuru da an ile mütebeddildir. Hülasa, âlem bir anda fânidir ve aynı anda diğer bir şekil ile vardır, yani hâdistir.

Eş’arîler mevcûdlardan yalnız arazların her an teceddüt ve yenilendiğini kabul ederler. Çünkü onlar, “araz iki zamanda bâkî ve var olmaz” derler.

Sofestailere gelince, onlar âlemin daha doğrusu kâinattaki bütün sûret ve şekillerin her an yenilendiğini kabul etmekle beraber, bu sûretlerin kaynağı olan hakikat-i ehadiyenin varlığına inanmazlar. Bundan dolayı "eşya sûretleri” için zandan ibarettir derler. Böylece Sofestailer bu görüşleriyle hem Cenâb-ı Hak'tan hem de O'nun sonsuz tecellilerini görmezlikten geldiler, gafil oldular.

Kelâmcılar ve diğer filozoflar var olan hakikatlerin değişikliğe (tebeddül) uğramasına inanmadıklarından sofestaileri reddettiler. Onların bu reddi maveraî (metafizik) işlerde tek hakikatin ispatı demektir.

Hâlbuki bu konuda her iki görüş de bir açıdan doğru, diğer bir açıdan hatalıdır. Çünkü Sofestailer âlemin tebeddül ve değişikliğine kani oldukları hâlde, değişken sûretleri kabul eden düşünülür cevherin özündeki birliği kabul etmediler.

Değişikliğe uğrayan şekillerin ötesinde bir sabit hakikat vardır ki o asla mütegayyir, değişken ve mütebeddil değildir. Eğer sofestailer bu cevher-i ma'kulu (akledilir cevher) kabul etmiş olsaydılar tahkik mertebesine ulaşırlardı. Kabul etmedikleri için hataya düştüler.

Eş'arîlerin hatasına gelince : Onlar arazlar daima müteceddiddir, yenilenmektedir dedikleri hâlde âlemin bütününün arazdan ibaret olduğunu anlayamadılar. Hâlbuki âlem arazlardan ibarettir. Araz ise daima değişkendir. Bunun için âlemin tebeddülü daimidir.

Bu iki grubun fikirlerindeki isabet derecesine gelince: Sofestailer yukarıda söylendiği gibi âlemin bütünü değişkendir demişlerdir. Bu fikirleri doğrudur. Fakat onlar âlemdeki bütün sûret ve şekilleri kabul eden cevher-i ma'kulun kendisindeki ehadiyeti kavrayamadılar. O cevher-i ma'kul ancak o sûretlerle ortaya çıkar; o sûret ve şekillerin hakikati de ancak o cevherle düşünülür. Sofestailer âlemin sûretlerini kabul eden hakikat-i ehadiyeden Hakk'ın sonsuz tecellileriyle o sûretlere tecellisinden gafil olarak âlemin -toplu olsun tafsilatlı olsun- tebeddülü hasebiyle aslı faslı yoktur dediler.

Eğer sofestailer âlemin tebeddülüne kani oldukları gibi o tebeddül ve değişikliğin ötesinde değişmeyen bir hakikatin varlığına inansalardı hatanın çıkmaz sokağına düşmezlerdi. Eş'arîler ise âlemdeki cüzlerden (atomlardan) bir kısmının arazlardan ibaret olduğunu kabul ettiler. Hâlbuki âlemin bütünü arazlardan ibarettir. Arazlardan hiçbirinin kendi kendine göre varlığı yoktur. Binaenaleyh kendine göre yok demektir.

Zaten, dünyada Cenâb-ı Hak'tan başka kendi nefsiyle var olan hiçbir cevher yoktur. Kendi nefsiyle kaim ve var olan ancak Cenâb-ı Hak'tır. Diğer eşya, kendi kendileriyle değil, Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ile kaim ve vardırlar.

Eş'arîler, bu hakikati unutarak, dünyada Cenâb-ı Hak'tan başka birçok cevherlerin varlığını kabul ettiler. Hâlbuki onların ispat ettikleri bu cevherlerden hiçbirinin kendi nefsine nazaran bir varlığı yoktur. Hepsinin vücûd ve varlığı Hakk'ın vücûdu ile kaimdir. Daha doğrusu Eş'arîlerin cevher dedikleri şeyler Allah Teâlâ'nın varlığına nispetle araz hükmündedir. Eğer Eş'arîler, âlemde Cenâb-ı Hak'tan başka birtakım cevherlerin varlığını kabul etmeyip yalnız Cevher-i Vahid'i ispat etmiş olsaydılar, fikirlerinde tam bir isabet olurdu.

Alemin arazdan ibaret olduğu konusuna gelince, mesela gerek Eş'arîler, gerekse diğer akıl-fikir erbabı bir şeyi resmi tarif ile tarif etseler, tarif edilen şeyi teşkil eden parçaların arazlardan ibaret olduğu ortaya çıkar.      

Bu yolla gerçekleşen arazların hiçbiri kendi kendine var olmuş değildir. Demek ki kendi kendine var olmayan birtakım şeylerin bir yere gelmesinden, kendi kendine var olan diğer bir şey tahakkuk ediyor. Çünkü hudut mahdudun, bir başka ifade ile bir şeyi teşkil eden parçalar o şeyin aynıdır. Burada arazlar, mahdut olan şeyin, yani resmi tarif ile tarif edilen parçaları teşkil ediyor. Buna göre, ayrı ayrı, kendi başlarına gerçekleşmeleri mümkün olmayan birtakım şeylerin bir araya gelmesinden bizzat ortaya çıkan diğer bir şey hâsıl oluyor.

Hâlbuki cevher denilen şey, kendisini teşkil eden parçalar, cüzler üzerine bir emr-i zaid (ilave bir iş) değildir. Yani aslında o bir araya gelen arazlardan başka bir şey var olup da o arazlar onun üzerine konulan, tertip edilen bir şey değildir. Cevheri teşkil eden arazlar o cevherin aynıdır. Arazlardan hiçbirinin kendi kendine tahakkuku yoktur. Böyle kendinde gerçekleşmesi olmayan birtakım şeylerin bir yere gelmesinden, kendi kendine var olan başka bir şeyin meydana gelmesi mümkün değildir.

Binaenaleyh, âlemde cevher olsun araz olsun hiçbir şeyin, hatta âlemin dahi kendi kendine varlığı yoktur vesselâm

Yukarıdaki yazı Dergâh Yayınları’ndan çıkan Vahdet-i Vücûd başlıklı kitaptan alınmıştır. (sf. 131-134)

Diğer Alıntılar