Niyazî-i Mısrî’de Mürşid-i Kâmil
Mehmet Serhat Yılmaz - 30 Eylül 2021
Niyazî-i Mısrî, tarikat ve hakikate ulaşmak için mürşidin şart olduğunu, sadece zahir amellerle, mürşide tabi olmadan hakikate ulaşılamayacağını belirtir. Bunu Yunus Emre'nin:
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu
mısraını yorumlarken şöyle izah eder. Bu mısradaki bostan ıssı mürşid-i kamildir. Öncelikle mürşid-i kâmil , bir kimseye mürşid-i kamile uğramadan kişinin sadece zahir amelleriyle hakikate ulaşamayacağını tenbih eder. O kimseye, hakikatin mürşid-i kamilin ilmi ve mülkü altında olduğunu, ancak onun izni ve terbiyesiyle elde edilebileceğini söyler.
Bunun diğer önemli bir şartı da mürşide teslim olmak, müridin kendi renginden çıkıp, mürşidin rengiyle hemrenk olmasına bağlı olduğunu öğretir. Mısrî, mürşid-i kâmilsiz hakikati elde etmeye kalkışan kişiyi, sahibinden habersiz, izinsiz bahçeye hırsızlığa giren kimseye benzetir.
Niyazî Mısrî, müridin mürşide olan ihtiyacını, şöyle izah etmeğe çalışır: "Nasıl ki, alim, öğrenci olmadan öğretmen olamazsa, baba da ancak çocuk ile baba olursa, mürşid de ancak mürid ile mürşid olur. Hz. Resulullah (s.a.) da ancak kendisine tevessül edenlere vesile olur. İnsanlar, ancak onun şeriatına ittiba edip, onun ahlakıyla huylanmak suretiyle O'na tevessül etmiş olurlar. Şeriatına girip, ona uymayan kimseye Hz. Resulullah vesile olmaz. […]
Aynı şekilde Mısrî, bir insanın tüm eşyayı olduğu gibi, eşyanın bir kısmında karanlık, cehalet, küfür, isyan gibi bir takım olumsuz nitelikler olmasıyla birlikte- görebilmesi için, bir mürşid-i kâmil' in eğitiminden geçmesi zorunluğuna inanır. Niyazi-i Mısrî, Divanında mürşide olan ihtiyacı şu beyitlerde manzum olarak şöyle ifade eder:
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakka'l-Yakin
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır;
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu, asan imiş.
Yine Mısrî, şeyh-mürid ilişkileri çerçevesinde şunları söyler: müridIerden birinden şeyhin hatırı incinse, o müridIerden öyleleri vardır ki, genişliğine rağmen arz ona dar gelir. Şeyh kendisinden razı olmadıkça ıstırabı dinmez. Öyleleri vardır ki, nefs mücahedesinden geri durmakla sevinir. Başkalarını da "mücahede yolu güçtür" diyerek, çalışmayıp, oturmaya teşvik eder. Hatta, daha da ileri giderek, aşıkların kalplerini sülûktan soğutmağa çalışır ki, onlar da kendileri gibi olsunlar.
Bunlardan ilkinin hali inabe zamanında sıdkına delalet eder. İkincisinin hali inabe anında samimi olmadığına delalet eder. Birincisinin hali, Hz. Adem'in sevgisindeki hali gibidir. İkincisinin hali ise, iblisin zoraki yaptığı ibadetlere ve Allah’ın teklifi karşısındaki hali gibidir.
Niyazi-i Mısrî, tasavvufun farklı bir terminolojiye sahip olması bakımından şeyhlerin sözlerinin genellikle başkaları tarafından yanlış anlaşıldığından bahisle, bunun sebeplerini şöyle izah eder: Büyük şeyhlerin sözleri ekseriyetle mutlak olmakla beraber, anlaşılması gayet zor olup, ulema bunların mutlak kelamlarını şeriata muhalif zannedip, lanet taşını mutasavvıfların üzerine atarlar. Fakat o sözlerden şeyhlerin muradı, alimlerin anlayışına , algılayışına doğan manalar olmamakla, onların lanet taşları şeyhlere dokunmaz. Eğer şeyhlere hücum ederlerse, o yanlış anlaşılan sözleri açıklarlar ve şeriata uygun olduğunu ispat ederler.
Mısrî, mürid-mürşid ilişkileri hakkında şunları söyler: Şeyh kabiliyetli müridlerinden birini, hakikat ve rububiyyet sırlarını kendisine açmağa ehil görürse, o mürid kasiptir. O halde, o mürid şeyhin kıymetini bilmelidir ki, kendisi de onun gibi aziz olsun. Ancak, şeyhin kendisine açtığı ilahi sırları ifşa ederse, talihi ters döner ve iblis gibi merdûd olur. Hasılı, salik, teslimiyetinde ve istidadında öyle olmalıdır ki, mürşidi onu kendi sırrına mahrem kılabilsin . Mürşid de öylesine olgun olmalıdır ki, irfanının ve esrarının şarabı, saliki sarhoş edebilsin. Salik, sırları saklamalı, onları ruh sandığına koymalı, lisanını tutmalı, o hususta ölü gibi olmalıdır.
Niyazi-i Mısrî, müridi mürşidin manevi oğlu kabul eder. Mürid adeta mürşidin ruhundan doğmuş bir çocuktur. Bu durumda mürşid de dünyada hayırlı evlat yetiştiren baba gibi sevabını alır.
Mısrî'ye göre mürşidler masum değildir. Mısrî bu durumu, şu soruyu sorarak açıklamağa çalışır: "Allah'ın her peygambere bir zelle izhar edip sonra onu affetmesi, ekseri evliyadan günahlar; hatta büyük günahlar sudur edip, sonra pişman olmaları ve Allah'ın kendilerini affetmesi; Allah'ın bütün müminleri bir şeyle imtihan etmesi, bazılarının günahından dönmesi, bazılarının da günahında ısrar etmesinin esrarı nedir?" Bunun hikmeti, onların kendilerini beğenmiş olmalarını önlemek içindir. Zira kendini beğenme maneviyatta günahların en büyüklerinden biridir. Bir de herhangi bir kusur veya günahtan sonra pişmanlık ateşiyle Allah'a yönelme, daha tam ve kuvvetli olsun, ihlas zuhur etsin diye böyle olmuştur. Bütün ibadetlerden maksat, ihlastır. Tembellikle ihlassız yapılan ibadet, yaya yürümek gibidir. Ama günahkarın Allah'tan korkarak, utanarak, onun mağfiretini umarak, pişmanlık duyması iki kanatla uçmak gibidir.
Niyazî-i Mısrî, halkın vaizlerden çok, şeyhlere meylettiğini ve onları daha çok dinledikleri meselesini, şeyhlerin dil ve kalp bütünlüğü içinde olduklarına bağlar. Mısrî, vaizin birisinin, şeyhin birine aynı şekilde bunun sebebini sorduğunu, onun da şu şekilde cevap verdiğini burada kaydeder: "Ey kardeşim! bizim ağızlarımızda tevhid ve zikir balı, kalplerimizde Allah aşkı vardır. Bizim kalplerimizden doğup, ağızlarımıza gelen her söz, içinden çıktığı ve üzerinden geçtiği her şeyin, kalbin ve dilin tadıyla karışmıştır. Bunun içindir ki bizim sözümüzden kulaklar ve ağızlar tatlanır”.
Bu yazı Mustafa Aşkar tarafından kaleme alınan ve T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından yayınlanan Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı başlıklı kitaptan alınmıştır. (ss. 279-283)